VAN GOGH ve ORGANİZE DOKTOR DÜŞMANLIĞI

Geçenlerde bir edebiyat sitesinde kitabımla alakalı söyleşiye katıldım. “Edebiyatın bir görevi var mı” diye bir soru geldi. Uzun sayılacak bir cevap verdim ama buraya kısaltılmış halini koymak istiyorum: “Bana göre okumak ve yazmak birbirini dölleyen eylemlerdir. Fakat nedense okumak hep yüceltilirken yazma konusunda daha tutucu bir tavır sergileniyor. “Herkes okumalı ama herkes yazmamalı”, neden? Yazmayı yetenek olarak düşünenler bile var. Son derece kusurlu bir bakış bu. Bir de bazı hikayelerle destekleniyor. Neymiş efendim, bir şemsiye tamircisi yazdığı şiirleri incelemesi için Shakespeare’a getirmiş de Shakespeare okuduktan sonra “dostum siz şemsiye yapın, hep şemsiye yapın, sadece şemsiye yapın” demiş. Dünyaya ünlü sayısız yazar da benzer deneyimlerden geçmiş. Tolkien’in Yüzüklerin Efendisi, Rowling’in Harry Potter, Nabakov’un Lolita’sı, Sylvia Plath’in Sırça Fanus’u v.s yayınevleri tarafından beğenilmemiş, reddedilmiş. Hepsi “Shakespeare engeli”ne takılmış.”

(Söyleşinin tamamı: https://www.edebiyathaber.net/elif-ata-yeni-bir-sey-soylemeyeceksem-o-konuda-kalem-oynatmam/)

Yazıp çizmenin, çoğu sporların büyük oranla “yetenek” olduğu inancına katılmıyorum. Elbette doğuştan gelen bir yeteneğin etkisini göz ardı etmiyorum ama çok çalışmak, kendini geliştirmek yani “emek” ve sabır faktörlerinin çok daha önemli olduğunu düşünüyorum. Dünyanın en büyük ressamlarından Vincent Van Gogh da benimle hemfikirmiş. Kardeşi Theo Van Gogh’a yazdığı mektuplarda bunu açıkça dile getirmiş. “Sanatçı olmak için ‘yeteneğin yok” diyenlere aldırış etmeden sabırla gelişimini sürdürmeye devam etmeli” diyor. İsmini, tablolarını hatta kulağını kesmesi gibi magazinel bilgilere sahibiz de son derece trajik yaşantısını çok da bilmeyiz. Kısaca anlatmaya çalışayım:

Vincent Van Gogh hayata sorunlu başlayan çocuklardan biri. Ailenin ilk erkek çocuğu vefat edince aynı isim kendisine verilmiş. O çocuğun mezarı da evin arka bahçesinde ve Van Gogh her gün isminin yazılı olduğu bir mezar taşını görüyor. Bir çocuk için aslında büyük travma. Ufacık yaşından itibaren anne ve babasının gözüne girmek, kabul edilmek, değer görmek için çabalıyor ama maalesef olmuyor. Her defasında kendini daha başarısız, değersiz görürken buluyor. Babasının isteği üzerine rahip olmaya karar veriyor, eğitim görüyor, vaiz oluyor ama konuşma bozukluğundan dolayı dalga geçiliyor, şikayet ediliyor, bir süre sonra da görevinden atılıyor. Kuzenine aşık oluyor, karşılık bulamıyor. İnsanlarla arkadaşlık kurmaya çalışıyor, reddediliyor. 27 yaşında resim yapmaya başlıyor. Van Gogh’un hayattaki en büyük şansı, kardeşi Theo. Theo Paris’te bir sanat galerisinde çalışıyor. Van Gogh’un bütün ihtiyaçlarını karşılayan, ona para gönderen, resim yapması konusunda teşvik eden kişi Theo. Abisinin resimlerini Paris’te sanat otoritelerine gösteriyor ama kimse değerli görmüyor. Dönemin en ünlü ressamlarından Paul Cezanne “deli işi bunlar” diye burun kıvırmış. Yani bir nevi yukarda söylediğim “Shakespeare engeli”ne takılmış. Bugün her bir tablosuna 100 milyon dolarlar verilen Van Gogh, yaşadığı sürece sadece bir resmini satabilmiş, o da 400 franka yani o dönemin hesabıyla yaklaşık 70 dolara. Mesela ressamın vefatından sonra Dr. Gachet’in Portresi isimli tablosu takribi 60 dolara satılıyor, aynı tablo 1990 yılında sanat tarihinin en pahalı resmi olarak 82.5 milyon dolara satılıyor. Aynı tablonun bugünkü değeri 150 milyon dolar. Yani yaşarken yüzüne bakılmayan adamın ölüsüne milyon dolar saçılmış. Aslında Van Gogh’un tek bir amacı var; onay görmek, değer bulmak, kabul edilmek. Bunu gene kardeşine yazdığı mektuptan anlıyoruz: “Sanatımla insanlara dokunmak istiyorum. Desinler ki ne kadar derin ve ne kadar hassas hissediyor”. Tabii hiçbir eserinin yüzüne bakılmayınca daha da depresyona giriyor, saldırgan tavırlar gösteriyor. Kulağını kesme hadisesi de o halet-i ruhiyenin sonucu. Tedavi edilmesi gerektiğini düşünüyor ve kardeşinin de yönlendirmesi ile akıl hastanesinde yatmayı kabul ediyor. 37 yaşına geldiğinde de kendini silahla vurma suretiyle hayatına son veriyor.

Van Gogh’un çoğu tablosu bana hüzün verir ama “Tutuklular Çemberi” olarak bilinen tablosu çok daha hazin gelir. Akıl hastanesinde yatarken, kardeşi ile hastane müdürü Van Gogh’un resim yapabilmesi için bir oda ayırırlar. Bu tabloyu da o hastanede yani ömrünün son günlerinde yapmıştır. 37 yaşında olan Van Gogh tabloda da 37 kişiyi yerleştirmiş, resmin merkezine de kendisini koymuştur (herkesten farklı görünen sarı saçlı adam). Tablonun hafif sol üst kısmında bulunan iki kelebek de aslında ressamımızın her şeye rağmen umut içinde olduğunu simgeler.

Tabii bunlar tesadüf olarak mı konulmuştur, bilinçli midir bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey: Van Gogh’un son derece depresif bir halde oluşu. Vefatından bugüne kadar tıp dünyası ressamın ölüm nedeni hakkında çeşitli teoriler ortaya koymuş. Kimisi epileptik demiş, kimisi psikoz, kimisi bipolar bozukluk, kimisi güneş çarpması, kimisi şizofren, kimisi de frengi demiş. Burada önemli başka bir durum var: abisinin vefatından etkilenen Theo da altı ay sonra paralitik demans yani beynin frengili bir enfeksiyon sonucunda oluşan rahatsızlıktan dolayı vefat etti. Aynı şekilde kız kardeşleri Win Van Gogh da kırk yıl boyunca kaldığı akıl hastanesinde yaşamını yitirdi. Belki ailede genetik olarak bir problem olabilir.

Vincent Van Gogh için kesin olmasa da kardeşi Theo Van Gogh’un frengiden vefat ettiği kesin. Frengi ismen tuhaf bir hastalık. Hastalığı isimlendirirken bile her millet, komşusu olan millete atmış topu. İtalyanlar “Fransız hastalığı” derken Fransızlar “Napoliten hastalığı” deyip suçu İtalyanlara atmış. Çinliler Portekizlere; Portekizler “Kastilya hastalığı” deyip İspanyollara; Ruslar Polonyalılara, Polonyalılar Almanlara; Almanlar ve İngilizler Fransızlara; İran da “Türklerin hastalığı” diyerek tanımlamışlar. Avrupa’yı en az veba kadar etkilemiş frengi, pek çok ünlü ismin de vefat etmesine neden olmuş. Shakespeare, Nietzsche, Robert Schumann, Stendhal, Baudelaire v.s… 500 yıldan fazla bir süre dünyayı kasıp kavurmuş bu rahatsızlığın hala var olsa da görece çok daha az bir şekilde ölümle sonuçlanıyor olmasını neye bağlamalıyız? Mesela frengi için en etkili ilacın penisilin olduğu kabul ediliyor. Penisilin icat edilmeden önce tedavi olarak hastaya cıva veriliyormuş. Yani özellikle Batı’da “cıva zehirlenmesi” nedeniyle ölenlerin çoğunun aslında frengi hastası olduğu kabul edilir. Böylesi feci bir hastalığın önüne geçmede -her hastalıkta olduğu gibi- aslan payını kime vereceğiz, kime teşekkür edeceğiz? Camilerde, kiliselerde, havralarda vaaz edenlere mi, siyasetçilere mi yoksa başka bir meslek grubuna mı?

Son günlerde yönlendirmelerin de etkisiyle bir doktor düşmanlığı ortaya çıktı. İş artık mobbingi, şiddeti falan aştı, “giderlerse gitsinler” eşliğinde fitili yanan ateş, yangın olup tüm ülkeye kabus gibi çöktü. Nedir bu kerameti kendinden menkul insanların bu meslek ile alıp veremediği gerçekten anlayamıyorum. Mantıklı tek bir neden yok ama bir grup nefret tohumlarını ekip bıraktı. Bir doktor feci bir şekilde öldürülüyor, meslekdaşları haklı olarak tepki gösteriyor, isyan ediyor; tanımlamakta zorlandığım bir insan güruhu: “polisler de, askerler de ölüyor ama eylem yapmıyorlar, işlerini bırakmıyorlar” diye ipe sapa gelmez bir laf ediyor. Yani asli görevi can kurtarmak, vücuduna giren mikrobu, senin sağlığını tehdit eden hastalığı gidermek olan bir meslek grubu bu çalışmasının karşılığında “bu işin fıtratında var” deyip ölüme de razı olmalı öyle mi? Ben mesela bu ülkenin bazı Kuran kurslarında, bazı cemaatlerinde, bazı yetkililerin, hocaların, imamların küçücük çocuklara istismarda bulunduğu haberlerini çok okudum. Bunlar yaşandığı halde bile bir kere olsun “öldürülen hoca, imam” gibi bir habere denk gelmedim. Gelmesin de zaten, bir devleti devlet yapan adalet sistemidir. Kim, hangi suçu işlemişse “bağımsız yargı” devreye girip suçluları cezalandırır. Bir doktor sana yanlış tedavi mi uyguladı, uyguladığı tedavi senin ya da yakınının sağlığını mı tehlikeye attı; “malpraktis” deniyor buna, gidersin mahkemeye, açarsın davanı. Sen şiddet göstererek, öldürerek ya kötü bir insan olduğunu gösteriyorsun ya da Devlet’e, onun adalet sistemine güvenmiyorsun demektir. Böyle davranışlar sergileyen kişiyi kötü buluyorsan doktorlardan niye nefret ediyorsun? Yok eğer devletin ya da hükümetin adalet sistemine güvenmiyorum diyorsan git onlardan nefret et! Hani bir fıkra vardır, Stalin döneminde biri sokakta “Kahrolsun Diktatör” diye bağırınca Stalin’in özel polisleri hemen yakalamışlar, Stalin’in karşısına çıkarmışlar ve durumu anlatmışlar. Stalin, o bağıran adama dönmüş: “Yoldaş, sen kahrolsun diktatör diye bağırarak ne demek istedin” diye sormuş. Adam da: “Valla ben Hitler’den bahsediyordum, şu polislere sorar mısınız onlar kimi diktatör olarak anlamış” diye cevaplamış. Demek ki doktora şiddet uygulayan, öldüren insanlar ve onlara destek verenler hükümetin adalet sistemine güvenmiyor ve alenen de itiraf etmiş oluyorlar. Adam cami imamı, çıkmış Allah’ın evinde: “siz olsanız öyle doktoru öldürmez misiniz” diyor. Göstermelik bir soruşturma açıldı. Yarın bir gün duyarız, terfi aldığını.

Siyasi bir roman yazıyorum ve bu konuda tarihi araştırmalar yapıyorum demiştim. İlk Meclis açıldığında çıkan tartışmaları falan inceliyordum. Yukarda bahsettiğim frengi hastalığı o yıllarda ülkemizi de derinden etkiliyor. Sonradan Cumhuriyet tarihinin ilk İstanbul Belediye Başkanı görevini de ifa edecek Doktor Emin Erkul ilk Meclis’te Bursa milletvekili olarak yer alır. Ve bir Frengi Kanunu’nun çıkarılması için Meclis’e önerge verir. O esnada muhtemelen “siz olsanız o doktoru öldürmez misiniz” diyen kişinin büyük büyük dedeleri “Allah’ın işine karışmak caiz değildir” deyip Emin Erkul’un konuştuğu kürsüye gelip tartaklamaya başlamışlar. Kaynak aşağıda, Şevket Süreyya Aydemir’in Tek Adam kitabının 398. sayfasında. Onun da kaynağı, olaya tanıklık edip daha sonra hatıralarında bahseden Milletvekili Damar Arıkoğlu. Aynen şöyle yazıyor: “Mesela frengi kanunu konuşulurken, bu kanunu savunan Operatör Emin Beye karşı yapılan hücumlar bir aralık esaslı bir kavgaya döküldü. Hemen bütün sarıklılar, tekme tokat kavgaya katıldılar. Meclisi bir boğuşma meydanına döndürüverdiler. Bu sahneyi anılarında anlatan, ilk Meclis Mebuslarından Damar Arıkoğlu, o zaman genç bir insan olan Hacı Bayram Şeyhinin heybetli cübbesiyle sıraların üstünden nasıl sekerek, sıçrayarak kavgaya karıştığını, Operatör Emin Beyin ölesiye dövüldüğünü belgeleri ile açıklar.”

Daha önceki yıllarda da vardır mutlaka ama örnek olay üzerinden gidersek yüz senedir hiç mi bir şey değişmez ülkede? Bu nasıl hadsizliktir, bu ne salakça bir bilim düşmanlığıdır anlayan varsa anlatsın.

Bu zor günlerde başta doktorlarımız, sağlık çalışanlarımız olmak üzere polis, asker, öğretmen, imam v.s hangi meslek grubunda olursa olsun işini hakkaniyetli ve namusluca yapan herkese selam olsun…

İyi Pazarlar..

2 Comments

Yorum bırakın