KİMSİN? NESİN?

“1934 yılında Soyadı Kanunu çıktı. Herkes kendisine soyadını kendisi seçtiği için, insanların bütün gizli aşağılık duyguları ortaya çıktı. Dünyanın en cimrileri “Eli açık”, dünyanın en korkakları “Yürekli”, dünyanın en tembelleri “Çalışkan” gibi soyadları aldılar. Her türlü yağmada hep sona kaldığım için, güzel soyadı yağmasında da sona kaldım. Bana, ortada böbürlenebileceğim bir soyadı kalmadığından, kendime “Nesin” soyadını aldım. Herkes “Nesin” diye çağırdıkça ne olduğumu düşünüp kendime geleyim istedim.”

Soyadının hikayesini böyle anlatmış Aziz Nesin. İnsanın “kimsin”, “nesin” diyerek kendisini sorgulaması ne kadar kıymetli. Gün içinde onlarca farklı kalıpta kendimizi bulduğumuz tanımlamalara dahil oluyoruz: anne, baba, evlat, eş, dost, sevgili, işçi, patron, satıcı, müşteri, mühendis, hakim, doktor, öğretmen, emekli, Galatasaraylı, Fenerbahçeli, sağcı, solcu, muhalif v.s… Temel Türkçe bilgilerinden birisi şudur: “isim”lerin yerine kullanılabilen sözcüklere “zamir” denir. Zamirlerin çeşitleri vardır ve insan için kullanılan zamirlere “kişi zamirleri” denir. Ben, sen, o, biz, siz, onlar. Ama Cumhurbaşkanımız sağ olsun, kendisi gibi düşünmeyen, kendisine biat etmeyen, sorgulayan insanlara ne zaman hakaretamiz ifadeler kullanmak istese söze “bunlar” hatta “bunlaaarrr” diye başlıyor. “Bunlar” diye bir kişi zamiri yok. “Bunlar” işaret zamiridir ve genellikle cansız varlıklar için kullanılır. Hoş, kendisinin gözünde insan olup olmadığımız bile muamma.

Bizim gibi otoriter toplumlarda “devlet”, “baba” olarak kabul edilir. Özellikle Osmanlı’dan itibaren ülkenin başındaki kişiye ve kurumlara sorgusuz itaat vardır. Öyle ki her padişah kendisini Allah’ın yeryüzündeki halifesi olarak değerlendiriyordu. Cumhurbaşkanı’nın en ufak eleştiriye bile tahammül edemeyip hakaretler savurmasının ana nedenini bu anlayışa bağlıyorum: “Ülkenin başındaki kişi ben isem devlet de benim. Bu yüzden ne dersem, ne yaparsam Tanrı buyruğu gibi kabul edilmeli”. Aklı başında, kendisini yetiştirmiş her insan “devlet” ve “hükümet”in farklı yapılar olduğunu düşünüp söylerken, iktidar partisi temsilcisi ve taraftarlarının aynı fikirde olmama nedeni de budur. Aslında sorunun temeline inmek gerekiyor. Son yıllarda değişmeler olsa da bizim “anne” ve “baba” kavramını algılayışımız sorunlu. Bunun da başlangıcında “duyma” ve “görme” farklılığı yer alıyor. Duymak dolayım içerirken, görmek direktlik içerir. En basit haliyle, bir çocuğa “kitap oku” demek mi etkili olur yoksa onun göreceği bir alanda kitap okumak mı? Aile içinde sözlü ya da fiziksel şiddete tanıklık eden çocuğa “insanlara karşı saygılı ol” telkininde bulunmak ne kadar fayda sağlayabilir? Yıllarca eve kapanmış, komşu ve akraba ziyaretleri dışında sosyal hayatın hiçbir yerinde kendine yer bulamamış, ekonomik anlamda tamamen erkeğe bağlı bir anne figürü ile büyüyen çocuğun ileriki yıllarda kız kardeşine, eşine, kızına baskı uygulamasının nedeni de o evde gördüğü “kadın”dan dolayıdır. Çok basit bir soru: “emzirmek” dışında bir çocuğun gelişimi ile ilgilenmek, derslerine yardım etmek, yemek yapmak, evi temizlemek gibi faaliyetler bir yetenek midir? Neden bu eylemler sadece kadına tahvil edilmiştir? “Baba” hep çekinilen, uzak durulan, hiçbir sır paylaşılmayan, otoriter, mesafeli bir ilişkinin öznesi olagelmiş. Kimimize enteresan gelecek bir bilgiyi paylaşmak isterim: Türkiye’de “doğum izni” erkekler için özel sektörde 5 gün, devlette sanırım 10 gün. Mesela İsveç’te bu süre 480 gün. Kadın ve erkeğe toplamda 480 gün ücretli izin veriliyor, ister 240-240 şeklinde yarı yarıya paylaşıyorlar, isterlerse 480 günün tamamı bir erkeğe verilebiliyor. Dünyaya henüz merhaba demiş bir çocuğun o en “muhtaç” olduğu döneminde ebeveynler neden eşit derecede sorumluluk almıyor? Neden erkeklerin bu yönde bir talebi yok? Nefes alıp vermeye başlanıldığı andan itibaren bu “anne” ve “baba” anlayışıyla büyüyen insanların yaşadığı toplumda da tabii ki devlet algısı da benzer şekilde olacaktır.

Bu yazıyı okuyan ve annesi veya babası hayatta olmayan, belki ikisinden birini, belki her ikisini de hiç görmemiş olan kişilerden özür dileyerek söylüyorum: benim bu dünyadaki en şanslı olduğum konulardan biri annem ve babamdır. Çalışan, ekonomik olarak mutlak şekilde eşine bağlı olmayan, “kadınlar yapamaz” denilen ne varsa yapan ya da yapmak için çabalayan biri gözümün önünde olunca “kendi ayaklarının üzerinde durmayı öğren” sözünün önemi kalmıyor, çünkü gözlerinle tanıklık ediyorsun. Devlet, babaymış… Bırakın fiziksel şiddeti, bir kere olsun eşine ve çocuklarına sesini yükseltmemiş, hangi yaşta olunursa olunsun sevgisini, ilgisini, şefkatini eksik etmemiş, kimseye muhtaçlık yaşatmamış, karşılaşılan bütün problemler için çözüm üretmeye çalışmış, herhangi bir ihtiyaç olduğunda yüksünmeden, üşünmeden yerine getirmiş babaya sahip birine “devlet, babadır” derseniz bırakın tebessüm etmeyi, mimik bile oynatmaz. Durum o kadar vahim ki tamamını geçtim, babamın tek bir özelliğini gördüğüm takdirde saygı gösterip devleti baba olarak niteleyeceğim. “Saygı”, benim hissettiğim değil, bana hissettirilen duygunun adıdır. Hem kendinize saygı duyulacak hiçbir vasfınız/kurumunuz olmayacak hem de kendinizi benim için dünyanın en değerli insanının yerine koyacaksınız. Ne güzel…

“Baba” anlayışımız taban tabana zıt olduğu için bize tepeden bakışla “bunlaaar” deme hakkına kimse sahip değil. Ben “bunlar” değilim. Ben, bir araba, bir ev, bir televizyon, bir kilo domates aldığında, “dindar” diye yetiştiğini düşünüp “kindar” olan, en basit cümleyi bile anlamayan, hiçbir vasfı olmadığı halde üst kademelerde görev alan çocuklarınız, akrabalarınız sefih bir yaşam sürsün diye bir tane daha alıyormuş gibi “para sağma sığırı”na dönüşmüş vatandaşım. Belki kim olduğumu bilmiyorum ama içinde çapulcu, provakatör, terörist, haysiyetsiz, ahlaksız, sürtük gibi her gün yenisi eklenen “bunlaaarrr” değilim. Bilinsin…

İyi Pazarlar…

2 Comments

  1. Çok güzel ifadeli ve orneklemeli paragraflar,Çok güzel bir kompozisyon yaratmış.Ama daha önemlisi Çok nazik ve kıvrak zeka ile müthiş bir itiraz ve protestoyu ifade ediyor. Alkıslamaktan ve tebrik etmekten başka söze gerek yok

    Liked by 1 kişi

  2. Amerikalinin kulturunde cok tuttugum bir soz var; “if you don’t have anything nice to say, don’t say it” yani, soyleyecek guzel bir seyin yoksa hic soyleme diyor. Simdi bakiyorsun, ulkemizin en aci cektigi gunlerde bile, insanin baskasi icin kavgada bile soylemeyecegi seylerin devlet buyugu tarfindan soylenmesi bazi acil pisikiyatrik tedavi durumlarini gerektiriyor. Kimi kime sikayet edeceksin boyle seyler artik kaniksanir oldu toplumda.

    Liked by 1 kişi

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s