Geçenlerde şöyle bir Sırp atasözü öğrendim: “Arkandaki eli kılıçlı bir Türk, elinde kalem olan Almandan daha az zararlıdır”. İlk okuduğumda aklıma çok sevdiğim bir hikaye geldi: eskilerden birisi rüyasında şeytanı görmüş. Şeytan o kadar güzel bir surete sahipmiş ki adam şaşkınlıkla Şeytan’a: “Nasıl olur da sen bu kadar güzel bir yüze sahipken insanlar seni resmettiklerinde bir gözün kör, bir ayağın topal, ucube bir karakter çiziyor” demiş. Şeytan tebessüm etmiş: “Ne yapayım, kalem düşmanımın elinde. İstediği gibi resmediyor”. “Kalem”i tutan el olmak, bir kaleme sahip olmak çok değerli. Hele ki onu doğru ve faydalı bir şekilde kullanırsan. Tabii anlaşıldığı üzre hem özdeyişte hem de hikayedeki “kalem”de çift anlam var. Mesela Kenya’nın kurucu devlet başkanının her ne kadar temelde “din” eleştirisi yapmış olsa da: “Beyaz adam geldiğinde bizim topraklarımız, onların İncil’i vardı. Bize gözlerimizi kapatıp dua etmemizi söylediler. Gözümüzü açtığımızda bizim elimizde İncil, onların elinde topraklarımız kalmıştı” sözleri de benzer bir durumu sembolize eder.
“Eli kalem tutmak” deyimini sözlükler: “Düşündüğünü güzel bir anlatımla yazmak” şeklinde açıklıyor. Bence biraz eksik bir tanım bu. Çünkü “okur-yazar” ifadesi bugün için anlamını yitirmiş olsa da eskiden insanların çoğu “eski yazı” diye tabir edilen, Osmanlı Türkçesinde kullanılan harflerden oluşan yazıları okuyabiliyor ama yazmaya gelince zorlanıyorlarmış. Her ikisini yapabilene okur-yazar denmiş. “Eli kalem tutmak” da eski dönemdeki okur-yazarlığın bir uzantısı olmalı. Sırp atasözüne geri dönersek, oradaki “kalem” tutma; “düşünme”, “söz”ün sahibi olma gibi anlamlara geliyor, en azından benim çıkarımım bu yönde. “Eli kalem tutma”ya “söz” ekseninden bakarak ülkemizi düşündüm, bizde “kalem”i değil de “silgi”yi tutmanın daha önemli olduğu sonucuna vardım 🙂 Ne söylediğin değil de neyi sildiğin önemli artık. İşte seçim maratonu başladı; her gün ittifaklara yeni katılımlar oluyor. Birbirlerine söven, hakaret eden, aşağılayan insanlar sanki bunları söylememiş gibi Süleyman Demirel’in “dün dündür, bugün bugündür” lafına nispet yaparcasına o söylevleri sümen altı edip birbirlerini kucaklıyorlar. Kimin ne yaptığı, nasıl yaptığı beni ilgilendirmiyor da, bu ittifakları kuranların “tek” amacının “ülke menfaati” olduğunu söylemeleri, bu yüzden de sanki kan kusup kızılcık şerbeti içiyormuş edalarına bürünmeleri komik geliyor. Mesela Devlet Bahçeli, 2015 yılında AKP’yi “Pkk ortağı” olarak tanımlıyordu. Aynı yıllarda Başbakan Tayyip Erdoğan ise Devlet Bahçeli’ye yönelik olarak “ağzından salyalar akıyor” diyecek ve bir yığın söz söyleyecekti. “AKP’den hesap sormazsam namerdim” diyen Süleyman Soylu, sonradan AKP’nin İçişleri Bakanı olacak, Fethullah Gülen’e methiyeler düzen, “ne istediler de vermedik” diye aslında bir hukuksuzluğu kabul edenler kafalarına göre bir milat belirleyip önceden yaşananları sildiklerini söyleyeceklerdi. İttifak’ın diğer kanadı farklı mı, tabii ki değil. Sanki başımıza Suriyeli mülteci belasını getiren Ahmet Davutoğlu değilmiş gibi, “5’li çete” denilen kişilere verilen ihalelerin altında Ali Babacan’ın imzası yokmuş gibi, sanki Fethullah Gülen’e hürmet etmiş, “Türkiye’nin bugün Said Nursi modeline ihtiyacı olduğunu düşünüyorum” sözlerini söylemiş kişi Gültekin Uysal değilmiş gibi…
Kemal Kılıçdaroğlu sürekli “hesap soracağız”, “yargılayacağız” deyip duruyor. E sormazlar mı ittifaktaki herkes Cumhurbaşkanı yardımcısı olacak, onlar bu yargılanmadan muaf mı tutulacak? Yargılanmasını istediğin insanlarla nasıl ittifak kurulabiliyor? Belli ki ya yargılama olmayacak ya da “silgi” kullanılacak. Hepsi gün görmüş, çoğu torun sahibi koca koca insanlar. Kaç senedir birlikte hareket ettiğin bir parti liderine nasıl olur da “sıtma” dersin? Ve iki gün sonra hiçbir şey olmamış, o sözler söylenmemiş gibi sözü söyleyen de, sözünün muhatabı da tebessümlerle “birlik” mesajı verebiliyorlar. Hadi siyasetçiler artık alışkanlık mı olmuş nedir, bu tip davranışları normal görüyorlar da halkın tutumunu hiç anlayamıyorum. Meral Akşener masadan ayrıldığını söylediğinde özellikle sosyal medyada kendisini “muhalif” olarak tanıtan seçmen öyle bir linç girişimi gerçekleştirdi ki, bir kısmı Fetullahçı dedi, bir kısmı AKP ile birleşecek dedi, bir kısmı “sağcılara güven olmaz” derken, bir kısmı da sülalesine varana kadar küfürler yağdırdı. Bu defa masadan kalkmasını destekleyenler devreye girdi, onlar da CHP seçmenine sayıp sövdü. İnsanlar çıldırmış. Resmen bir tımarhane simülasyonu gibi… Ee ne oldu şimdi, masaya geri dönüldü, o iki-üç günlük süre zarfındaki söylenilen tüm sözler, bütün komplo teorileri “silindi”.

Latincede “Damnatio Memoriae” diye bir deyim var, “hatıranın lanetlenmesi” manasında. Roma döneminde devlet erkanından birisi devlete karşı suç işlerse, ona dair ne varsa kayıtlardan silinirmiş. Büstleri parçalanır, ona dair ne varsa yakılırmış. Yani o kişi buharlaşmış, hiç yaşamamış gibi kabul edilirmiş. İnsan değişen, dönüşen bir varlıktır. Dün “doğru” olarak yazdığın/söylediğin düşünceler bugün “yanlış” gelebilir. O yüzden de bir şeyleri silme ihtiyacı hissetmek son derece sağlıklıdır. Ama her fırsatta o “silgi”yi kullanmak, “silgi” arayışına girmek bembeyaz “insanlık kağıdı”nı karartır, bir süre sonra da onu paçavraya çevirir. O yüzden ya “kalem”i düzgün tutmalı ya da “silgi”yi dikkatli kullanmalı. Hele ki o kalem ve silgiyi siyaset için kullanıyorsan…
İyi Pazarlar..
Sanki Osmanlı döneminde okur-yazar sayısı çokmuş gibi, Atatürk alfabeyi değiştirdi diye ona bugün söven çoğu iktidar partisi yanlısı, cahil insanların ülkeyi ne duruma getidikleri malumdur. Tabii ki kendi gerçekleri okudukları saçma sapan Saidi Nursi gibi bağnaz dusunur ile sınırlı ve maalesef, kazandığı takdirde bu muhalefet yönetimi içinde vücut bulmaya ve yaşamaya devam edecek. Bu din kısır döngüsu bir türlü bu toplumun yakasından düşmeyecek ta ki eğitim sorunlarımız çözüme kavuşuncaya kadar.
Iyi pazarlar.
BeğenBeğen