KARANLIĞA BATAN AYDINLIK

Birinci Dünya Savaşı kaybedildikten sonra Padişah Vahdettin, Sadrazam Damat Ferit Paşa gibi Osmanlının en tepesindeki isimler: “Ümidimiz Allah’tan sonra İngiltere’dir” diye açıklama yapmışlardı. Yani devlet, başta Ege olmak üzere yurdun çeşitli yerlerinde itilaf devletlerine karşı direnişe geçen hareketleri yok sayıp kendi isteğiyle İngiltere’nin mandasına girmeyi kabul ediyordu. Bununla da yetinmeyip din adamları aracılığıyla ülkeyi ele geçirmek isteyenlere karşı direnen kişilerin günah işlediklerini söyletiyordu. Mesela dönemin Şeyhülislam’ı Dürrizade Abdullah şöyle bir fetva yayınlamıştı: “Padişahın izni olmadan, yabancı askerlere karşı duranları, asker ve para toplayanları tek tek veya topluca öldürmek islamın gereği ve görevidir. Kuvayı Milliyecileri öldürenler gazi sayılır, bu yolda ölenler şehit.” Kendilerine “molla”, “allame”, “hocaefendi”, “alim” denilen bir kısım “vatan haini”, kişisel hırs, çıkar, makam sevdası ya da adına her ne denilirse o irinli düşünce için islam dinini kullanmakta hiçbir beis görmüyordu. Teali İslam (islamı yüceltmek) adındaki bir cemiyet: “Yunan ordusu, halifenin ordusu sayılır. Hiç de zararlı bir topluluk değildir. Asıl kafası koparılacak mahlukat Ankara’dadır” diye bildiri yayımlayacak, Divitli Eşref Hoca: “İngilizlere meydan okumak en büyük küfürdür” diyecek, Dürrizade’den sonra Şeyhülislamlık makamına gelen Mustafa Sabri ise Dürrizade’nin yayınladığı fetvadan dolayı onun cennete gideceğini söyleyecekti. Yani Atatürk, silah arkadaşları, yurdun kurtulması için sonsuz çaba gösteren halk, sadece düşman askerleriyle değil, içerdeki bu leş zihniyetle de mücadele ediyordu.

Kurtuluş Savaşı başarı ile sonuçlanınca Dürrizade Abdullah klasik bir “dinci” refleksi göstererek Batı’ya kaçtı ve soluğu Rodos’ta aldı. Oradan da Birinci Dünya Savaşı’nda İngilizlerle anlaşarak Osmanlı’yı arkadan vurmuş, milyonlarca kayıp verilmesine sebep olmuş Hicaz Emiri Şerif Hüseyin’e sığındı. Mustafa Sabri, ailesini de alarak İngilizlerin yardımıyla önce Mısır’a kaçtı, oradan da Yunanistan’a sığındı. Türklükten çıktığına dair bir şiir yazdı. Şiirin son kısmı şöyledir:

“Ben de ayniyle reddedip Türk’ü,

Attım üstümden en elim yükü

Tövbe ya rabbi, tövbe Türklüğüme

Beni Türk milletinden addetme.”

Bu Mustafa Sabri’nin başka mükemmel(!) fikirleri de vardı. Onlardan biri: “Benim elimden gelse, Türkleri Arap yaparım; vaktiyle araplaşmamış olmalarına da çok eseflenirim. Arap dili, ne Türk diliyle ne de Çerkes diliyle kıyas kabul etmeyecek derecede üstünlüğe sahip olduğundan, insanın, milliyetin büyüğüne sahip olarak onunla iftihar etmesi daha kârlı ve makul olurdu.” İşte bu zihniyetteki bir adamın adını geçtiğimiz senelerde Tokat’taki bir liseye verdiler. Nasıl olduysa (hiç de mevcut hükümetin yönetiminde alışkın olmadığımız şekilde) gelen tepkiler sonucunda karardan vazgeçildi.

Elbette bütün din adamları bu güruh gibi ihanet içinde değildi. Mesela Dürrizade’nin yayınladığı fetvaya karşılık Ankara müftüsü Mehmet Rifat Efendi tarafından kaleme alınan ve yaklaşık 150 müftünün de imzaladığı, Milli Mücadelenin gerekliliğini ve ulviliğini anlatan bir fetva yayımlandı. Padişah kendisini görevden alıp hakkında idam kararı çıkarmış olsa da düşüncesinden vazgeçmedi. Mehmet Rifat, Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra oluşturulan Diyanet İşleri Başkanlığının da ilk başkanı oldu. Başka bir örnek: daha Mustafa Kemal Samsun’a bile çıkmamışken Yunan işgaline karşı ilk protesto mitingini düzenleyip halkı örgütleyen, “Eğer silahınız yoksa yerden üç taş alıp düşmana fırlatın” diye fetva veren Denizli müftüsü Ahmet Hulusi Efendi.

Bir zamanlar hakim gücün verdiği idam kararını bile umursamayıp Türk halkını düşünen Mehmet Rifat Efendi gibi insanların makamında bugün Ali Erbaş gibi Arapsevici biri oturuyor. Bu zat şöyle bir şey demiş: “Günaydın demek cahiliye dönemi adeti”ymiş.

Bu vesile ile Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı’na ait “Dezenformasyonla Mücadele Merkezi” diye bir birimin açılmış olduğunu öğrendim. Vatandaşı olmasan aslında çok eğlenceli bir ülke burası. AKP Hükümeti Dezenformasyonla Mücadele ediyormuş. Fıkra bu kadar 🙂 Siz önce Gezi Parkı eylemleri olduğu zaman Tayyip Erdoğan’ın: “Camiye girip içki içtiler. Görüntüleri bu Cuma yayınlıyoruz” demesinin üzerinden yüzlerce Cuma geçmiş olmasına rağmen ortada hiçbir görüntünün olmamasıyla mücadele edin. Seçim döneminde yapılan montajlı görüntüleri mitinglerde seçmenlere “gerçek” gibi gösterme ile mücadele edin. Bu Dezenformasyonla Mücadele Merkezi (yazarken bile gülüyorum) “Ali Erbaş’ın böyle bir sözü yok” diye bildiri yayımlamış. Adamın bu düşüncelerin yer aldığı yazısını okudum, neresinden kıvırmaya çalışırsanız çalışın boşa çabalamış olursunuz. Bir insanın “günaydın” ile nasıl bir sorunu olabilir acaba? Şunun şurasında Türkçe kökenli kaç iyi niyet ifademiz var ki! Kendi dilimizle teşekkür edemiyoruz, teşekkür Arapça. Selam Arapça, merhaba Arapça, “rast gele”deki rast Farsça, “hayırlı günler”deki hayır Arapça. “Hoş geldin”deki hoş Farsça. Elimizde Türkçe günaydın, iyi günler gibi ifadeler kalmış o bile batıyor adama. Hayır “günaydın” yerine ısrarla söylenilmesini istediği kullanım da “selam”. Yani islam gelmeden yüzlerce yıl evvel Yahudilerin de kullandığı “şalom”, onlardan da binlerce sene önce Sümer dilinde yer alan “silim”. Aradan yüz yıl geçse de Mustafa Sabri zihniyetiyle aynı. Türk ve Türkçe berbat, Arap ve Arapça mübarek. Halt etmişsiniz siz! Biraz düşünme yetisi olan insan düşünür: “Madem bu Araplar çok mübarek, aşkın, Nietzsche’nin ‘übermensch’i gibi üstün insanlar da, bunca Peygamber neden bu kavme gelmiş?” Demek ki ne kadar pislik varsa bunlardaymış ki onları düzene sokmak için Peygamberin biri gidip diğeri gelmiş, gene de adam olamamışlar. İnsan böyle bir millete mensup olmakla bırak övünmeyi, utanmalı. Aynısı bizim Urfa için de geçerli. “Peygamberler şehri” diye motto uydurmuşlar, şehri bu şekilde pazarlıyorlar. Nüfusa göre en fazla çocuk tecavüzlerinin, çocuk yaşta evliliklerin, ensest ilişkilerin yaşandığı şehrin adı Urfa.

Ali Erbaş “günaydın” ile falan uğraşana kadar çıkıp: “Ne iş yapıyoruz da bazı bakanlıklardan bile fazla bütçeye sahibiz” desin. “Kul hakkına girmek”, “camiye sağ ayakla girmek” kadar konuşulmadı bu ülkede. Yolsuzluklara, liyakatsiz atamalara, haram yemeye, insanlar arasına nifak sokmaya tek kelime laf etmeyen, “Peygamber kırk yamalı hırka ile gezerdi” diye halka fakirliği özenilecek bir durum gibi gösterip son model araçlara binen; Devlet hastanesi yerine özel hastanelerde tedavi olan; 10 Kasım’da ülkenin ve bulunduğu makamın kurucusu Atatürk için tek bir laf etmeyi bırak, nispet yaparcasına, ağzını her açtığında Atatürk’e hakaret eden (öldü de kurtulduk) fesli bir meczubu ziyaret eden; hiçbir özelliği olmadığı halde devletin polisini eşinin korumalığına verdiren adam gelmiş bizlere “günaydın cahiliye dönemi adetidir” diye hikmet yumurtluyor. Yıllarca Fethullah’ın derneklerinde görev alıp ona güzellemeler yaparken o kendine fazla gelip milletle paylaştığın aklın hatta aklınız nerdeydi? Sen ve senin gibi, insanların birbirine karşı iyi dileklerde bulunmasından bile huzursuz olan karanlık zihniyetin inadına günlerimizin aydınlık olması temennisinde bulunmaya devam edeceğiz. Ülkeye, muhatap aldığımız adama, konuştuğumuz mevzuya bak! “Akıl sağlığımız kayboldu, hükümsüzdür” diye ilan versek yeridir.

Ruhunuzu aydınlatan güzel bir Pazar diliyorum.

2 Comments

  1. Aslini unutan guruh takiminin, ne yaziktir aradan yuz yil gecmesine ragmen Arap sevdasi bitmedi ve btmeyecektir. Cunku en cok sevdikleri soz; “ummet” egitimsiz, fakir ve sessiz oldugu surece kendilerinin yagma duzeni ve luks yasamlari surup gidecektir. Arap ozentisi bundandir, belli bir zumre kaymagini yedikleri ulkede din adina her turlu ayip ve cirkinlik mubah sayilir.
    Iyi haftalar dilerim

    Beğen

Yorum bırakın