ANEMOIA

Leonardo Da Vinci’ye resmini yaptırmak, Mozart’ın bestelerini kendisinden dinlemek, Ömer Hayyam şiirlerini ilk ağızdan duymak, Sokrates’ten ders almak, Mimar Sinan Süleymaniye’yi inşa ederken bir köşede oturup izlemek, Atatürk ile aynı cephede savaşmak ya da aynı sofrada bir duble rakı içmek, Peygamber ile hicret etmek, İsa çarmıha gerilirken “durun” diye bağırmak veya korkudan ses çıkaramayıp bir kuytuda ağlamak, Orta Asya’da bir Şaman ayinine katılmak, beş kuşak önceki dedenizden nasihat dinlemek, büyükannenizin hazırladığı yemekleri yemek… Binlerce belki milyonlarca ekleme yapabileceğimiz böyle bir listenin içinden bir ya da birden fazla olayı yaşamak, o gün orada olmak ister miydiniz?

Anemoia, Yunancadan türemiş, “yaşamadığın bir döneme/zamana duyulan özlem” manasına gelen bir kelime. Her ne kadar tanım gereği “gelecek”i de kapsıyor olsa da genelde “geçmiş” dönem üzerinden kendisini gerçekleştirir. Yaş aldıkça, dünyadaki olaylara tanıklık edip kendimce yorumlamaya çalıştıkça bu “geçmişe özlem duyma” fenomenini daha iyi anlıyorum. Köklere bağlılık, yeni bir şey üretememenin sıkıntısı, mirasyedi olmanın verdiği huzursuzluk v.s

“Spor”un birleştirici etkisiyle dünya üzerindeki irili ufaklı nerdeyse bütün devletlerin katıldığı olimpiyatlar sansasyonel bir gösteri ile başladı. Elbette “Neden savaş halindeki Rusya ve Belarus sporcuları organizasyona alınmadı da her gün en az bir Filistin vatandaşını öldüren İsrail oyunlara dahil edildi?” sorusunu sorma ve Batı’nın ne kadar da ikiyüzlü olduğunu bir kere daha söyleme hakkımız var. Bununla beraber, dizi, film, Erovizyon, güzellik yarışmaları derken hiçbir ilgisi olmadığı halde olimpiyatlara da LGBT propagandası eklemlendi. “Woke kültürü” diye bir şey icat edildi, özellikle siyah tenliler ve LGBT haklarını savunuyoruz diyerek dünyayı geri dönülmez bir noktaya götürüyorlar. Ben komplo teorilerine çok fazla aldırış etmem ama gözümüzün önünde olanlara da “orada farklı bir amaç var” umursamazlığına da kapılamıyorum. Allah aşkına, ana temanın “spor” olduğu bir organizasyonda LGBT’nin işi ne? Sakallı kadınlar, mini etek giymiş erkekler, yetmemiş spor ile tamamen zıt olan bir görüntüye sahip obez bir kadını “body shaming”e atıf yapmak için kullanmışlar, hem de İsa’nın ikamesi olarak, o da kafi gelmemiş subliminal mesajla küçük bir çocuğu görsel şova ekleyip pedofili gibi iğrenç, ahlaksız bir şeye gönderme yapmışlar. Ve bütün bu koreografiyi de hangi dine inandığından bağımsız, yüzyıllardır insanların saygı ve hayranlık duyduğu Da Vinci’nin İsa’nın Son Akşam Yemeği tablosuyla dalga geçercesine, aynı mizansen üzerinden gerçekleştirmişler. Hıristiyan-yoğun topraklarda bile böyle bir görüntü, bana göre ateizme göndermedir.

Yani ister “komplo teorisi” diyelim, ister “Kalergi Planı” diyelim, belli ki eşcinsel ilişkilerle üremenin azaldığı, hiçbir inancın olmadığı, nüfus hareketleri ile girift bir toplum oluşturularak ulus devletlerin yıkılması hedefleniyor. Suriyelilerin, Afganların, Arapların ne bileyim geçtiğimiz aylarda seks skandalları ile haberi yapılan Karabük Üniversitesi’ndeki siyahi öğrencilerin bu topraklarda olması tesadüf değil. Aynı şekilde İskoçya’da iki ay evveline kadar Pakistan kökenli, İngiltere’de Hindistan kökenli kişilerin Başbakanlık yapmaları da tesadüf değil. Hepsini geçtim, son yıllarda yapılan güzellikle yarışmalarında şöyle bir görüntünün çıkması hiç de tesadüf değil.

Siyahilerle veya LGBT’lilerle bir sorunum yok, hatta nerede mağdur, ötekileştirilmiş, dışlanmış birini görsek ona destek olmaya çalışan bir gelenekten geliyoruz. Ama bu kadar kör göze parmak sokmak, hakkın olanı almak yerine üstün olduğunu göstermeye çalışmak, buna maruz bırakılmak rahatsız edici. Elbette normların dışına çıkan, “aykırı” görünen kişileri toplum yadırgar. Ama o aykırılığı belli bir seviyede yaşayan, aykırılığını rahatsız edici boyutta yaşamayan kişilere karşı da toplum tepki ile yaklaşmaz. Zeki Müren, Bülent Ersoy hatta bugün Batı’da “Drag Queen” olarak adlandırılan ve sadece gösteri amaçlı kadın kıyafeti giyen erkeklerin bizdeki üstadı Huysuz Virjin gibi isimler toplum nazarında her zaman saygı duyulan kişiler oldular. Olması gereken de bu zaten; herhangi birinin inancının, ırkının, mezhebinin, cinsel yöneliminin farklı olmasından kime ne? Ama ne yazık ki azınlıklar gittikçe azgınlaşıyor. Al işte, kendi ülkende bile Türk olmak resmen handikap. Artık bu topraklarda yaşayanlar için hiç çekinmeden “Türkiyeli” gibi garabet bir ifadeyi literatüre de eklemeye çalışıyorlar.

Olimpiyat açılışını izlerken şunu fark ettim: Dünya “kültür” anlamında hiç olmadığı kadar asalak ve kısır bir dönemi yaşıyor. Yapılan müzikler, resimler, heykeller; yazılan kitaplar, oluşturulmaya çalışılan adetler, yaratılan kültürler insanı tatmin etmiyor. Açılış töreninde “güzel” denilen ne varsa hep geçmişe aitti. Paris’in dokusu, geçmişteki “büyük” kişilerin duygu ve anlam dünyasına katkıları, mücadeleleri v.s Diğer ülkeler de farklı durumda değil. Hepimiz maalesef mirasyediyiz. Anemoia sevdamız, nostalji müptelalığımızın sebebi de bu. Çünkü yaratılmaya çalışılan “yeni” kültür beynimizin ve dahi ruhumuzun imbiğinden geçip damıtılamıyor.

İyi Pazarlar

1 Comment

Yorum bırakın