Suriye’de yıllarca süren iç savaş bir süreliğine durmuş gibi görünüyor. Irak gibi parçalanmış, bölünmüş, yeni “ülkecikler”in oluştuğu bir düzen mi olacak yoksa daha farklı bir sistem mi kurulacak yaşayıp göreceğiz. Benim ilgimi çeken, düşünmeye sevk eden haber ise: Suriye’de “yeniden inşa” adı altında bir yapılanma olacağı ve özellikle Türkiye’deki inşaat şirketlerinin bu yeniden inşada aktif rol alacağı. Suriye’den Türkiye’ye, dünyanın dört bir yanında yaşanan savaşlarda, doğal afetlerde hep aynı senaryoyu izliyoruz: Tüm dikkatimizi yapılara, sokaklara, şehirlere odaklıyoruz. Vinçler kalkıyor, temeller atılıyor, duvarlar örülüyor… Ancak “yıkılan” şehirlerin öznesi olan “insanlar” ihmal ediliyor. Kimse ruhlardaki çatlakları göremiyor, kalplerdeki yıkıntıları farketmiyor. Sanki insanı yeniden inşa etmek, dört duvar örmekten daha kolaymış gibi davranılıyor. Oysa ki şehirler, insanlarıyla yaşar. Tıpkı bütün organlarını yitirmiş bir bedenin, ruh olmadan anlamını yitirmesi gibi…
Toplumsal travmalarımızı beton mikserlerinin gürültüsüyle bastırmaya çalışıyoruz. Kahramanmaraş depreminden sonra konuşulan tek şey TOKİ’nin kaç konut yapacağıydı. Peki ya o konutlarda yaşayacak insanların parçalanmış hayatları? Sevdiklerini kaybetmenin acısı? Güven duygusunun yerle bir olması? Bunların tamiri için ne bir ihale açıldı, ne de bir temel atma töreni düzenlendi…
Devletlerin ve toplumların çoğu zaman unuttuğu bir gerçek vardır: Toplumları ayakta tutan şey şehirlerin çelik konstrüksiyonları değil, bireylerin dayanışma ruhudur. Bu nedenle “yeniden inşa” sürecinde sadece ekonomik ve fiziki yapıların onarımına değil, toplumsal rehabilitasyona da yatırım yapılmalıdır. Psikolojik destek programları, travma terapisini esas alan kamusal politikalar, eğitim sistemi aracılığıyla kuşaktan kuşağa aktarılan barış bilinci gibi yaklaşımlar artık birer tercih değil, zorunluluk haline gelmiştir.
Bunun tam tersine bir gerçeklikle karşı karşıyayız. Bugün metrolarda, bilboardlardlarda, şehirlerin duvarlarında büyük puntolarla “Ölünce beni kim yıkayacak?” sloganı insanların gözüne sokuluyor. Meğer TRT’nin yani halkın vergileriyle ayakta duran bir kurumun kanallarından birinde yayına girecek bir dizinin tanıtım afişiymiş. Lafı eğip bükmeden dümdüz konuşacağım: Bu kadar budalaca hatta aptalca bir tanıtımda emeği geçen kim varsa hepsinin Allah belasını versin. Ekonomik krizle, depremlerle, salgınlarla boğuşan bir halkın gözlerine bu şekilde “ölüm”ü sokmak, insanlıktan nasibini almamakla eşdeğerdir. Bu halk, zaten kendi çocuğunu askerde, enkaz altında ya da hastane kapısında kaybetmiş; kendi ölümünü ve gerçekliğini her gün yeniden yaşamaktadır. Her çatırdayan deprem sesi, her artış yapan enflasyon rakamı ve her hastane kuyruğu bu gerçeği tekrar tekrar hatırlatırken, ölümü “propaganda” malzemesi yapmak, halka bir umut sunmaktan ziyade bir karabasan yaratmaktır. Zihni yeni şekillenen bir çocuk, daha hayatının baharında ülkenin içinde bulunduğu boğucu ortamdan nasibini almış, geleceğe dair umut beslemeyen bir genç, yakınını henüz kaybetmiş veya kaybetme korkusuyla yaşayan orta yaşlarda biri, kronik rahatsızlıklarla ayakta kalmaya çalışan ve ölüm korkusunu yoğun halde yaşayan ileri yaşta biri şu afişe bakıp ne düşünecek? “Reklamın iyisi kötüsü olmaz. Üzerinde konuşuluyorsa o reklam başarılıdır” diye bir motto belirlemiş ahmaklar, bu zokayı da matah bir şeymiş gibi insanların yutmasını istiyorlar!
İşin başka bir boyutu şu: Ben öldükten sonra cansız bedenimi kim yıkamış, nereye defnedilmişim, cenazeme kimler katılmış ne önemi var? Ama ölüm sonrasının propagandası nasıl oluyorsa insanlar tarafından önemli bir şey gibi görülüyor herhalde. Yoksa idareciler de bu yönde pozisyon almazdı. AKP’nin iktidara geldiği ilk yıllarda hatırlarsınız Tayyip Erdoğan’ın şöyle bir açıklaması vardı: ”Bir cenazeye katıldım, merhum yakını yanıma yanaştı. ‘Bu (tabutta) gördüğünüz amcamın oğludur. Hayatında hiç Mercedes’e binmedi ama şimdi cenazesi Mercedes’le kabre gidiyor’ dedi. Bu beni çok duygulandırdı. Bari cenazeleri Mercedes’e binsin.” Devletimiz sağolsun, ne de güzel düşünmüş cenazelerimizin Mercedes ile taşınmasını… Devletin başı bu düşüncede olunca daha alt kademedekiler durur mu? Siirt Valisi, Siirt’in bir köyünde şehitler için yapılan mezarlığın açılışı devlet töreniyle kırmızı kurdele keserek yapmıştı. Muhtemelen Nasreddin Hoca kökenli ama tamamen patavatsız olanı Erzurum Valisi daha da ileri giderek Erzurum’da tadilatı yapılan asri mezarlığın açılışında: “O kadar nezih bir mekan ki insanın ölesi geliyor” diyebilmişti. Eğer bir gün yeni bir din ortaya çıkarsa veya dinlere yeni bir güncelleme gelirse eminim ki “işgüzarlık” “büyük günah” kapsamına alınarak hak ettiği değeri bulacaktır 🙂
Halka açık alanlarda “ölüm”e vurgu yapıp insanların duygu-durumlarını manipüle etmek kolay tabii. Hadi bu mesajı Meclis salonlarına, saraylara falan yerleştirin! Mesela mezarlık girişlerindeki “her nefis ölümü tadacaktır” ayetini Meclis’in duvarlarına, Cumhurbaşkan’ın yaşadığı sarayın kapısına koyabiliyor musunuz? Osmanlı döneminde “Cuma Selamlığı” diye bir adet varmış. Halka açık bir camiden padişahın namaz kılması olarak tanımlanan bu adette kimi kaynaklarda halktan, kimi kaynaklarda yeniçerilerden biri: “Mağrur olma padişahım senden büyük Allah var” dermiş. Tabii bu sözü iki boyutlu düşünmek lazım. Birincisi “ne yaparsan, nasıl yaşarsan yaşa bir gün öleceksin ve herkesin eşit olduğu noktada Allah’ın huzuruna çıkacaksın. Bu yüzden kibirlenme, adaletli ol”. İkinci çıkarım ise: “Allah’tan başka herkesten büyüksün. Gözünle gördüğün her nefes alan canlının sahibisin, onlar da senin kulun”. Ve ne yazık ki bana göre çoğu padişahın, o anlayıştan/ekolden gelenlerin anladığı ya da anlamak istediği çıkarım bu…
“Ölüm tacirleri”nin saçtığı zehire karşı panzehiri yani “yaşam”ı, “yaşama”yı koyuyorum.

Her sabah gözlerimizi açtığımızda, güneşin ilk ışıkları pencereden süzülürken, aslında bize sunulan muhteşem bir hediyeyi karşılıyoruz: Yaşamı. Çoğu zaman ölümü düşünüp duruyoruz. Sonumuzu, gideceğimiz yeri, arkamızda bırakacaklarımızı… Elimizde öyle değerli bir hazine var ki, her anı paha biçilemez: Şu an, burada, canlı olmak. Bir bebeğin ilk gülüşünde, bir çiçeğin açışında, sevdiğimiz birinin sıcacık dokunuşunda yaşam var. Acılarımızda, gözyaşlarımızda, hayal kırıklıklarımızda bile yaşam var. Çünkü hissetmek, duymak, üzülmek bile yaşadığımızın en güzel kanıtı. Ölüm sadece son nokta. Oysa yaşam binlerce virgül, binlerce noktalı virgül… Her biri yeni bir başlangıç, yeni bir umut, yeni bir şans. Nefes aldığımız her an, kalbimizin attığı her saniye bize yepyeni kapılar açıyor. Düşünsenize, şu anda milyarlarca hücremiz dans ediyor vücudumuzda. Kuşlar şarkı söylüyor, rüzgar yaprakları okşuyor, bulutlar gökyüzünde resim çiziyor. Ve biz bunların hepsine tanıklık edebiliyoruz. Bu mucizeyi görebiliyoruz.
Yaşam öyle değerli ki, tek bir anı bile tekrar yaşayamayız. Her saniye benzersiz, her dakika eşsiz. Bu yüzden ölümü düşünmek yerine, yaşamın her anını doyasıya yaşamalıyız. Gülmeli, ağlamalı, sevmeli, özlemeli, yani her duyguyu iliklerimize kadar hissetmeliyiz.
Çünkü biz yaşamın ta kendisiyiz. Her nefeste yeniden doğan, her gülümsemede çoğalan, her sevgide büyüyen yaşamın…
Ölüm sadece bir son. Ama yaşam… Yaşam sonsuz bir başlangıç.
İyi Pazarlar
1 Comment