SESSİZLİĞİN GÜRÜLTÜSÜ

İnsanlar gürültüden şikayet eder, ancak asıl tehlike bazen sessizliğin içinde gizlidir. Sessizlik, huzurun sembolü olabileceği gibi, bir baskının, unutulmuşluğun ve hatta kaybolmuş kimliklerin yansıması da olabilir. Peki, hiç düşündünüz mü? Sessizliğin, aslında kendi içinde bir tür “gürültü”sü var mıdır?

Antik Yunan’da, Pisagor’un öğrencileri ikiye ayrılırdı: “Akusmatikler” ve “Matematikçiler.” Akusmatikler, hocanın öğretilerini yalnızca dinleyerek öğrenen, sessiz kalmaları gereken öğrencilerdi. Konuşmak değil, sadece dinlemek zorundaydılar. Çünkü Pisagor’a göre, sesi kontrol eden, düşünceyi de kontrol ederdi. Bu anlayış, zamanla farklı biçimlerde de olsa (“söz gümüşse sükut altındır” sözü gibi) birçok toplumda kendini gösterdi. Sessizlik, bazen saygının, bazen korkunun, bazen de gücün bir ifadesi oldu.

Tarih boyunca sessizlik, farklı kültürlerde farklı anlamlar taşımıştır. Doğu felsefesinde sessizlik, bilgeliğin ve iç huzurun işareti sayılırken; Batı’da Orta Çağ’da günah çıkarma gelenekleri, sessizliği bozmanın ve içindeki “kötülükleri” dışa vurmanın bir yolu olarak görülmüştür. Japonya’daki “ma” kavramı, sessizliğin ve boşluğun bir değer olduğunu vurgularken; Latin kültürlerinde sessizlik çoğu zaman olumsuz bir durum olarak tanımlandı.

Modern psikolojiye baktığımızda, sessizliğin etkisi daha da çarpıcıdır. Sessiz ortamların beyin üzerinde yatıştırıcı bir etkisi olduğu düşünülse de, bazen sessizlik, insanın kendi iç sesiyle baş başa kalmasına neden olur ve bu, bazıları için bir tür işkenceye dönüşebilir. Uzun süre sessizliğe maruz kalan bireylerde, beyin eksik uyaranları telafi etmek için hayali sesler üretmeye başlayabilir. Bu yüzden, mutlak sessizlik içeren “anechoic chamber” (yankısız odalar) gibi yerlerde insanlar birkaç dakika içinde tedirgin olmaya başlar. Beyin, kendi iç seslerini duymaya başlar; kalp atışları, kanın damarlardan geçişi, hatta göz hareketleri bile rahatsız edici bir fısıltıya dönüşür.

John Cage’in ünlü “4’33”adlı eseri tam da bu gerçeği yansıtır. Piyanist, 4 dakika 33 saniye boyunca tek bir nota çalmadan piyanonun başında oturur. Ama salon hiçbir zaman tamamen sessiz değildir: öksürükler, kıpırdanmalar, havalandırma sisteminin uğultusu ve dinleyicilerin rahatsız nefesleri… Cage’in gösterdiği gibi, mutlak sessizlik yoktur; her sessizliğin kendi sesi vardır.

Bugüne gelirsek… Günümüz toplumlarında sessizlik, bazen bastırılmış duyguların ve görünmez baskıların bir sembolü haline gelir. Örneğin, iş yerinde haksızlığa uğrayan bir çalışanın sessiz kalması, sistemin devamlılığını sağlar. Sosyal medyada, bir konu hakkında konuşmamak da bir tür sessiz onay veya pasif direnç olarak algılanır. Toplumsal olaylarda sessizlik, bazen bir protesto yöntemi, bazen de korkunun sonucu olabilir. Örneğin, Orta Çağ’da engizisyon mahkemeleri, “sessiz kalanın suçlu olduğunu” varsayarken, günümüzde suskunluk, bazen güvenli bir bölge olarak görülüyor. Peki ya bu sessizlik, uzun vadede bireyleri ve toplumları nasıl etkiliyor?

Sosyolojide “spiral of silence” (sessizlik sarmalı) kuramı, azınlıkta olan fikirlerin zamanla daha da silikleştiğini ve bireylerin korku nedeniyle konuşmaktan vazgeçtiğini öne sürer. İnsanlar, kabul görmeyeceklerini düşündükleri konular hakkında konuşmamayı seçerler ve bu sessizlik, toplum içinde görünmez duvarlar örer. Böylece bazı konular, bazı insanlar ve bazı gerçekler, tıpkı yankısız odada olduğu gibi, zamanla kaybolur.

Türkiye’de 1990’larda yaygınlaşan “Susma, sustukça sıra sana gelecek” sloganı, sessizliğin toplumsal ve siyasi bir tehlike olduğunu vurgulayan güçlü bir hatırlatıcıdır. Bu slogan, sessizliğin edilgen bir tutum olmadığını, aksine etkin bir onay mekanizması işlevi gördüğünü anlatır. Almanya’da Nazi rejimi döneminde Protestan kilisesi papazı Martin Niemöller’in söylediği ünlü sözler de bu gerçeği yansıtır:

“Önce Sosyalistler için geldiler, sesimi çıkarmadım çünkü Sosyalist değildim. Sonra sendikacılar için geldiler, sesimi çıkarmadım çünkü sendikacı değildim. Sonra Yahudiler için geldiler, sesimi çıkarmadım çünkü Yahudi değildim. Ve benim için geldiklerinde, sesini çıkaracak kimse kalmamıştı.”

Türkiye’de özellikle 1980 darbesinden sonraki baskı dönemlerinde, sessizlik bir zorunluluk haline gelmişti. Devlet baskısı, medya sansürü ve toplumsal korku iklimi, birçok kişiyi sessizliğe itmişti. Ancak 1990’larda ve 2000’lerin başında “Cumartesi Anneleri” gibi sivil toplum hareketleri, bu sessizliği bozmaya başladı. Her Cumartesi Galatasaray Meydanı’nda sessizce oturan anneler, paradoksal biçimde sessizliği kullanarak, kaybolan çocuklarının sesini duyurmaya çalışıyorlardı.

Siyasi iktidarlar için sessizlik, genellikle istenen bir durumdur. Çünkü sessizlik, itaati ve düzeni simgeler. Halkın belirli konularda sessiz kalması, o konuların “normalleşmesine” ve sorgulanmadan kabul edilmesine yol açar. Bu yüzden birçok otoriter rejim, medya sansürü, korku politikaları ve sosyal baskı yoluyla toplumsal sessizliği teşvik eder.

Örneğin, 2013 Gezi Parkı protestoları sırasında ana akım medyanın büyük kısmının olayları görmezden gelmesi, resmi bir sessizlik politikasıydı. CNN Türk’ün protestolar yerine “penguen belgeseli” yayınlaması, bu sessizliğin sembolü haline geldi. 

Günümüzün dijital dünyasında, sessizlik ve seslilik kavramları yeni anlamlar kazanmıştır. Bir zamanlar sessiz kalmak zorunda olan gruplar, sosyal medya sayesinde küresel bir platformda seslerini duyurabilmektedir. “Me Too”, “Black Lives Matter” gibi bizde pek fazla yankı bulmayan ama global çapta son derece çarpıcı hale gelmiş hareketler, uzun süre sessiz kalmış toplumsal kesimlerin kollektif bir ses çıkarma biçimidir.

Türkiye’de de kadın cinayetlerine karşı mesela “İstanbul Sözleşmesi Yaşatır”, çevre sorunlarına karşı mesela “Kaz Dağlarına Dokunma” gibi kampanyalar, dayatılan sessizliği kırmaya yönelik dijital aktivizm örnekleridir. Bu kampanyalar, anaakım medyada yer bulamayan seslerin, sosyal medya aracılığıyla duyulmasını sağlar.

Ancak dijital çağ, aynı zamanda yeni bir sessizlik biçimi de yaratmıştır: “Algoritmik sessizlik”. Sosyal medya platformlarının algoritmaları, belirli sesleri öne çıkarırken diğerlerini görmezden gelir. Bu, teknik bir sansür gibi işleyerek, bazı konuların ve kişilerin “dijital sessizliğe” mahkum edilmesine neden olur.

Ama her sessizlik aynı mıdır? Bazı sessizlikler fırtına öncesi bir dinginlik, bazıları ise unutulmaya terk edilmiş bir çığlıktır. Bugünün dünyasında yani herkesin her şeyi konuşabildiği dijital çağda, asıl korkutucu olan şey bazen duyulmayan seslerdir. Bir toplumda gerçekten ne olup bittiğini anlamak için, en çok konuşulanlara değil, en sessiz kalınan “konu”lara, “konak”lara ve “konuk”lara kulak vermek gerekebilir.

Stratejik sessizlik, bilinçli bir tercih olarak, bazen en etkili iletişim biçimi olabilir. Mahatma Gandhi’nin “sessiz oruçları”, sessizliği bir direniş biçimi olarak kullanmanın etkili bir örneğidir. Türkiye’de de “duran adam” protestosu, tek bir kişinin Taksim Meydanı’nda hareketsiz ve sessiz durmasıyla başlayan, güçlü bir sivil itaatsizlik örneğidir.

Buna karşılık zoraki sessizlik, baskı, korku ve tehdit sonucu oluşan sessizliktir. Bu tür sessizlik, toplumsal travmalara yol açabilir. Örneğin, Türkiye’de 6-7 Eylül olayları, Maraş, Çorum, Sivas katliamları gibi travmatik olaylar hakkında uzun yıllar konuşulmaması, kollektif bir travma yaratmış ve bu travmanın iyileşmesini engellemiştir.

Sessizliği bozmak, bazen bir kelime ile, bazen bir eylemle, bazen de sadece orada olmakla mümkündür. 2015’te Aylan Kurdi’nin kıyıya vuran cansız bedeni, mülteci krizine dair küresel sessizliği tek bir fotoğrafla bozdu. Bazen bir şarkı (Victor Jara’nın Şili diktatörlüğüne karşı söylediği şarkılar), bazen bir şiir (Nazım Hikmet’in hapishaneden yazdığı dizeler), bazen de bir grafiti (Banksy’nin duvar resimleri) sessizliği yırtan birer çığlık olabilir.

Uruguaylı yazar Eduardo Galeano’nun dediği gibi: “Tarih asla sessiz kalmaz. Susturulabilir, ancak her zaman konuşmaya devam eder. Eninde sonunda, sessizlik yerini kelimelere bırakır.”

Belki de sessizliğin en büyük dersi budur: Ne zaman susmak, ne zaman konuşmak gerektiğini bilmek. Ve konuşma zamanı geldiğinde, cesaretimizi toplayıp sesimizi yükseltmek. Çünkü sustukça, gerçekten de sıra bize gelebilir.

Öyleyse, siz hangi sessizliğe kulak veriyorsunuz? Bir an için durup çevrenize bakın: Sessizliğiniz bir tercih mi, yoksa bir zorunluluk mu? En son ne zaman sustuğunuzda bir şeyler değişti? Belki de asıl soru şu: Sesimizi duyurmak için ille de bağırmamız mı gerekiyor, yoksa bazen stratejik bir sessizlik, en yüksek sesin bile ulaşamayacağı yerlere ulaşabilir mi?

Sessizliğin gürültüsünü duyumsadığımız bir Pazar olması dileğiyle…

1 Comment

Yorum bırakın