Türkiye, tarih boyunca depremlerle yoğrulmuş bir ülke. Yer kabuğu her kıpırdadığında sadece şehirlerimiz değil, ruhlarımız da sarsılıyor. Geçtiğimiz hafta İstanbul’da yaşanan 6.2 büyüklüğündeki deprem, bu kadim korkuyu yeniden yüzeye çıkardı. Yıllardır beklenen “büyük deprem” tartışmaları tekrar alevlenirken, toplum bir kez daha kendini tanıdık bir senaryoda buldu: Uzmanların çelişkili açıklamaları arasında bölünmüş, ne yapacağını bilemeyen bir halk…
Bir toplum için en büyük felaket yalnızca yerin yarılması değildir. Asıl felaket, bilgi otoritesinin çökmesidir. Türkiye’de bugün, “bilim insanı” sıfatını taşıyan farklı uzmanlar birbirine taban tabana zıt açıklamalar yapıyor. Birisi “öleceğiz, gebereceğiz” diyerek korkuyu körüklerken, diğeri “rahat olun, tehlike yok” diye umursamazlık yayıyor. Ve her ikisi de akademik unvanlarını bir tür “mutlak doğruluk yetkisi” gibi kullanıyor. Hepsi de kendi fikirlerine aşık. Oysa bilimin özü, kesinlik değil, şüpheciliktir. Bilim, kesin yargılar dağıtmaz; ihtimalleri hesaplar, riskleri yönetir. Ancak Türkiye’de bilimsel söylemin yerini “falcılık” almış durumda.

Esas trajikomik olan ise özellikle sosyal medya üzerinde takip ettiğim kadarıyla insanların bu duruma gösterdiği refleks: Herkes tuttuğu hocanın peşine takılmış, “Nacici” mi, “Şenerci” mi diye kapışıyor. Mahalle arasında maç var da, formalar basılmış gibi. Oysa konu futbol değil, can meselesi. Deprem geldiğinde hangi hocanın haklı çıktığını tartışacak vaktimiz olmayacak. Sonrasında ölüm raporunda ya da mezar taşında şöyle yazacak: “Yanlış hocayı destekledi”
Elbette şunu biliyorum: insan psikolojisi belirsizliğe tahammül edemez. Kontrol edemediğimiz doğal afetler karşısında duyduğumuz korku ve kaygı, bizi kesin cevaplar aramaya iter. Bu boşluğu dolduran uç seslere sarılmak, bir nevi savunma mekanizmasıdır. Bilmediğimiz konularda uzmanlara güvenmek zorunda kalmak, modern insanın kaçınılmaz açmazıdır. Hiçbirimiz her alanda uzman olamayız. Felsefeci Karl Popper’ın “bilgi edinme süreci” olarak tanımladığı bilim, aslında kesin doğrulara değil, yanlışlanabilir hipotezlere dayanır. Ancak medyanın sansasyonel başlık arayışı ve bazı uzmanların şöhret hırsı, bilimsel süreci dejenerasyona uğratmıştır. Korku pompalayan uzmanı dinleyen, en azından “hazırlıklı olduğunu” düşünürken; tehlikeyi küçümseyeni dinleyen, kaygıdan kurtulduğunu zanneder. Ne kötü: bir tarafta kahin kisvesine bürünüp megafonlarla korku satarak bilim yapanlar, diğer tarafta, pembe düşler dağıtarak cehaleti kutsuyanlar. Bana göre iki taraf da gerçeğin düşmanı, iki taraf da bilimin ruhuna ihanet etmektedir.
Şu ülkede hala bir Deprem Bakanlığı’nın kurulmamış olması ne büyük eksiklik. Yıllardan beri her depremde aynı senaryo: aynı isimler medyayı esir almış hikmet yumurtluyorlar. Ne yeni bir isime/görüşe yer veriliyor, ne bilinen isimler bir araya gelip fikirlerini, araştırmalarını halka anlatma girişiminde bulunuyor, ne de devlet yetkilileri mesela Japonya gibi tabir-i caizse bu işin menbaı olan yerden yardım istiyor. Kerameti kendinden menkul sözde bilim insanları canlı yayınlara konuşlanıp rap şarkıcılarının bir başka rap şarkıcısına “diss atma”sı gibi bir diğer deprem uzmanına laf atıyor. Adam depremin olduğu ilk gün canlı yayına bağlanıp: “Nasıl bildim, tebrik edin beni” dedi. “Saçmalık” bile diyemiyorum, o kadar kelimesizim…
Japonya’nın depremle başa çıkması yalnızca teknik bir başarı hikayesi değil, aynı zamanda toplumsal bir dönüşümün sonucudur. Ortak tehdit karşısında birleşebilen, uzmanlığa saygı duyan ve sistematik çözümler üretebilen bir toplum yapısı. Türkiye’nin özlemini duyduğu model tam olarak budur. Deprem Bakanlığı fikri, teknik bir öneri olmanın ötesinde, toplumsal bilincin yeniden organize edilmesi anlamına da gelir. Bilim, kişilere değil kurumlara emanet edilir. Kurumlar, bireylerin kaprislerinden bağımsız işler. Bizde ise her mesele kişiselleştirildi, her uzman birer küçük tanrıya dönüştü. Hoş, uzman olmayanlar bile ellerindeki yetkiyle tanrıcılık oynuyor. Türkiye ne yazık ki bir Tanrı cenneti… Kilometrekareye onlarca tanrı düşüyor. Bir şehirde deprem oluyor, merkezi yönetim şehire gelip toplantı yapıyor, bu toplantıda merkezi yönetimin partisindeki medya tanıtım başkanı bile yer alıyor ama yerel yönetimden tek bir isim yok. Sebep? Tanrıcılık işte. Kimsenin derdi “halk” değil, tek amaç: tanrılığı devam ettirme çabası…
Türkiye, depremlerle yaşamak zorunda olan bir ülke. Ancak esas depremin fay hatlarında değil, zihniyetlerimizde olduğunu artık kabul etmeliyiz. Bilimi; kahinlere, akademik şovmenlere, ekranda reyting kovalamaya çıkanlara emanet ettikçe, bu ülke her sarsıntıda sadece binalarını değil, umutlarını da yitirecek. Depremi önleyemeyiz ama akılla, kurumlarla, gerçek bilgiyle yaşamasını öğrenebiliriz.
Ve en büyük devrim, “bilmiyorum” diyebilmeyi öğrenmekten geçiyor. Çünkü bilmediğini kabul eden insan, sonunda gerçekten bilmeye yaklaşır. Gerçek güven de ancak buradan doğar: Bilimin şüpheciliğinde, aklın alçakgönüllüğünde…
İyi Pazarlar
Sevgili Elif, Tam anlamiyla belirttigin gibi, icinde bulundugumuz durum otorite cokmesi ve otorite boslugudur. Zaten bilim adami fakiri olan ulkemizde buna halk arasindaki soz cuk oturuyor, yani “agzi olan konusuyor.” Ne bir saglikli data, ne bir detay ve ne de bir olcum konusuluyor, dolasiyla cogu bos seyler. Dogal olarak insanlar neye inanacagini bilemez durumda. Tabiki devlet otoritesine guvenmek diye bir sey yok ve dusunmesi zaten alkla ozur. ABD de insanlara depremi, en son deprem yerel otoriteler tarafindan saniyorum 10 saniye kadar oncesinden cep telefonuma mesaj ile verilince, ulkemin insanini Allah kayira demekten baska care yok gibi. Iyi haftalar dilerim, Aydin
Sent from my T-Mobile 5G Device Get Outlook for Androidhttps://aka.ms/AAb9ysg ________________________________
BeğenLiked by 1 kişi