Türkiye’nin herhangi bir şehrinde, bir AVM’nin önünden, büyük bir sitenin veya bir iş merkezinin yanından geçen adam, yanındaki torununa dönüp biraz da hayıflanarak: “Eskiden buralar hep dutluktu” der. Bu sahne, bu topraklarda belki milyonlarca defa sahnelenmiştir. Tek değişiklik “dutluk” kısmında yaşanır. Akdeniz bölgesinde turunç/portakal bahçesi veya pamuk, Ege’de incir veya zeytin, Karadeniz’de çay veya fındık olur. Ama hepsinde de ince bir sızı; sessiz ve yorgun bir çığlık vardır…

Bazı torunlar şaşırır, bazıları gözünde canlandırmaya çalışır, bazısı da dedesinin kendisiyle dalga geçtiğini düşünür…

2003 yılında Avustralyalı çevre filozofu Glenn Albrecht, Hunter Valley’de yaşayan insanlarla konuşurken garip bir şey fark etti. Kömür madenciliği yüzünden değişen manzaraya bakan yaşlılar, tanıdık bir acıdan bahsediyorlardı ama bu acının bir adı yoktu. Nostaljinin tersine, bu insanlar uzaktaki bir yeri özlemiyorlardı; tam tersine, hala yaşadıkları yerin eskiden olduğu hali için yas tutuyorlardı. Albrecht bu duruma “solastalgia” adını verdi: Yaşadığın yerin tanınmaz hale gelmesinin yarattığı varoluşsal acı…
Bu kavram, modern çağın en gizli ama en yaygın travmalarından birini tanımlıyor. İstanbul’un tarihi dokusunu kaybetmesine tanık olan bir Beyoğlu sakini, Karadeniz’de çay bahçelerinin yerine HES’lerin kurulmasını izleyen bir köylü, çocukluğunda dolaştığı Kaz Dağlarındaki ağaçların kesildiğini gören şehirli… Hepsi aynı acıyı yaşıyor: Ait olma hissinin altından çekilmesi, kimliğin referans noktalarının yok olması. Çünkü “mekan” sadece fiziksel bir koordinat değil; belleğin, kimliğin ve ait olma duygusunun somutlaştığı alan. Şehirler büyüdü ama insan küçüldü. Gökyüzü hala yukarıda ama görünmez oldu. Kırlangıçlar yerine dronlar uçuyor artık. Sokağa çıktığında çocukların top oynadığı, ip atladığı alanlar yerine zincir kafelerin ruhsuz teraslarıyla karşılaşıyorsan, işte orada yaşadığın şey sıradan bir nostalji değil, çok daha derin, çok daha sarsıcı bir solastaljidir.
Üstteki linkte anlatmaya çalıştığım Japon toplumuna ait “mono no aware” (geçiciliğinin yarattığı derin hüzün) ile solastalji arasında benzerlik var gibi görünüyor ancak solastalji biraz daha farklı. Çünkü bu değişim doğal bir süreç değil, genellikle insan eliyle gerçekleşen bir yıkım. Bir kiraz ağacının sonbaharda yapraklarını dökmesi mono no aware iken, aynı ağacın kentsel dönüşüm için kesilmesi solastaljidir. Biri hayatın doğal ritmi, diğeri yaşam alanına insan eliyle yapılan müdahale.
Modern şehircilik anlayışı ve neoliberal kentsel politikalar, solastaljinin temel nedenleri arasında yer alıyor. Burada bir kavramdan bahsetmek isterim: Türkçeye “soylulaştırma” olarak geçen “gentrification”. (Ben olsam bu kelimeyi “nezihleştirme/nezih hale getirme” diye çevirirdim ama literatürde “soylulaştırma” şeklinde yer edindiği için mecburen bunu kullanmak zorunda kalıyoruz) Gentrification, düşük gelirli mahallerin orta ve üst sınıfın yaşam tarzına göre dönüştürülmesi sürecidir ve bu dönüşüm sırasında eski sakinler hem ekonomik hem de kültürel olarak yerlerinden edilir. Kentsel dönüşüm projeleri, “yenileme” ve “gelişim” söylemi altında, mahalle(le)rin sosyal dokusunu parçalar. Özellikle İstanbul’un dört bir yanında yaşanan soylulaştırma süreçleri, sadece fiziksel yapıları değil, aynı zamanda insanların duygusal bağlarını da yok ediyor. Bu durumda solastalji, yer değiştirme zorunda kalmadan da yaşanıyor: eski sakinler aynı mahallede yaşamaya devam etseler bile, artan kira fiyatları, değişen işletmeler ve yeni sosyal dinamikler nedeniyle kendilerini yabancılaşmış hissediyorlar. Böylece “gelişim” söylemi ile “kayıp” gerçekliği arasında derin bir çelişki ortaya çıkıyor.
Ne yazık ki solastalji modern zamanların kaçınılmaz bir parçası. Aslında “digital göçebelik (digital nomadizm) veya “minimalizm” gibi yeni yaşam trendleri, solastaljiye karşı bir savunma mekanizması olabilir. “Eğer hiçbir yere bağlanmazsam, hiçbir yeri kaybetme acısı yaşamam” mantığı. Ama bu strateji, beraberinde başka kayıplar getirebilir: Derinleşme, kök salma, nesiller arası aktarım imkanlarının yok olması v.s… Çünkü insan, “mekansal belleği” olmadan “kültürel belleği”ni de kaybediyor.
“Eskiden buralar hep dutluktu” Türkiye’nin modernleşme serüveninin acı bilançosunun özetidir. Bu söz, sadece fiziksel değişime işaret etmiyor; aynı zamanda toplumsal dönüşümün bireysel maliyetini, kültürel devamlılığın kırılma noktalarını ve çevresel kayıpların ruhsal izdüşümlerini de ifade ediyor. Gelecekte, “eskiden buralar hep dutluktu” diyen insanların sayısının artmaması için, mekansal değişimin insani boyutunu göz önünde bulunduran, katılımcı ve sürdürülebilir bir kalkınma anlayışına ihtiyaç vardır. Çünkü her dut ağacı, sadece bir ağaç değil; aynı zamanda bir hayatın, bir anının, bir kimliğin sembolüdür…
İyi Pazarlar