BİR SINAVIN ANATOMİSİ

LGS sonuçlarının açıklanmasıyla birlikte Türkiye’nin eğitim manzarası bir kez daha bulanıklaştı: 719 öğrenci sınavdaki tüm soruları doğru yanıtlayarak tam puan aldı. İlk bakışta gurur verici gibi görünen bu tablo, aslında sistemin içindeki derin yarıklara işaret ediyor. Çünkü bu sayı, bize başarıdan çok aşırı standardizasyonu, aşırı ezberi ve ölçme-değerlendirme sistemimizin artık ayırt ediciliğini yitirdiğini fısıldıyor. Bir sınavı sıfır hatayla yapan kişi sayısının bu kadar yüksek olduğu başka örnek var mı bilmiyorum. Hele bir de 1-2 yanlış yapan veya cevap seçeneğini boş bırakan binlerce çocuk olduğunu da düşününce sınavın gerçekliği konusunda tereddüt yaşıyorum.

Bu kadar yüksek sayıda tam puanlı öğrencinin varlığı, üç ihtimali gündeme getiriyor: Ya sınav, uzmanların söylediğinin aksine çok kolaydı, ya sınav güvenliği konusunda ciddi zafiyetler vardı ya da eğitim sistemimiz, çocukları adeta soru çözme robotlarına dönüştürme konusunda “başarılı” oldu. Ne yazık ki her üç seçenek de çocuklar açısından sağlıklı bir gelişim modeline işaret etmiyor. Çünkü burada aslolan “başarı hikayesi” değil, gölgede kalan bir “dram” var: çocukluğunu yaşayamamış on binlerce minik birey. Oyun parklarında, arkadaşlarıyla gülerek zaman geçirmesi gereken yaşlarda, optik formlar üzerinde ter döken çocuklar… Eğitim sistemimiz artık bireyleri yetiştirmekten çok, sınavlara hazırlanmış zihinler üretmeye odaklanmış durumda. Bu sistemde sınavdan birkaç yanlış yapan çocuk değil, çocukluğu çalınan herkes kaybediyor.

Çocukların erken yaşta bu denli yoğun stresle tanışması, gelişim dönemlerinde onarılması güç izler bırakabiliyor. Başarısızlıkla başa çıkamayan, hatadan korkan, risk almaktan kaçınan bireyler yetişiyor. Hatalardan öğrenen değil, hata yapmaktan ödü kopan bir kuşak şekilleniyor. Oysa hayatın en büyük öğretmeni, başarısızlıkların bizzat kendisidir.

Toplumsal olarak da bu tablo ciddi bir sınıfsal çöküşü yansıtıyor. Çünkü kaliteli eğitime erişim artık neredeyse tamamen ekonomik sermaye ile mümkün hale geldi. Devlet okullarının yetersizliği, özel okulların fahiş fiyatlarıyla birleşince, eğitim bir hak olmaktan çıkıp lüks bir hizmete dönüşüyor. Apartmandan devşirilmiş özel okullarda “umut” satılıyor, orta sınıf aileler çocuklarının geleceği için ağır borç yüklerinin altına giriyor. Eğitim, sınıfsal hareketliliğin anahtarı olmak yerine, toplumsal katmanlaşmayı daha da derinleştiriyor.

Bu sorun yeni ortaya çıkmadı, geçmişten başlayan hatalar zinciri artık bir çığ olup üzerimize devriliyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin 100 yıllık tarihinde “nitelikli” devlet liseleri inşa etmekteki yetersizliği düşündürücü. Bugün hala Galatasaray, İstanbul Erkek, Kabataş, Robert  Koleji gibi okulların kökeni Osmanlı’ya ya da Batılı misyonerlere dayanıyor. Cumhuriyet, eğitimi demokratikleştirme vaadiyle yola çıkmışken, ne yazık ki nitelikli eğitimi birkaç “tarihi okul”la sınırlı bırakmış durumda.

Türkiye’nin eğitim sistemindeki en büyük çelişkilerden biri, tam puan almanın bile istedikleri okula girmeyi garanti etmemesidir. Düşünsenize, çocuğunuz/torununuz sınava girmiş ve hepsini doğru cevaplayan 719 kişi arasına girmiş. Ama tam puan alsa bile Galatasaray’a giremeyebilir, çünkü okulun sadece 100 kişilik kontenjanı var. Bir de yukarda söylediğim gibi 1-2 yanlış yapan öğrenciyi de hesaba katarsak binlerce “mükemmel” çocuk var ama kontenjan sınırlı. Bu durum, eğitimde fırsat eşitliğinin artık bir ütopyadan ibaret olduğunu kanıtlıyor. Asıl yapılması gereken, Galatasaray’a veya İstanbul Erkek’e girme yarışından çok, diğer okulları o seviyelere getirmek. Eğitimde kalite, sadece birkaç okulun tekeli altında tutulmamalı, tüm çocuklar için erişilebilir olmalı. Bu, sadece kaynak meselesi değil, aynı zamanda vizyon ve kararlılık meselesi. Eğitimde gerçek reform, var olan kaliteyi yaygınlaştırmaktan ve her çocuğun potansiyelini ortaya çıkarabilecek fırsatlar sunmaktan geçiyor.

Detaylıca incelemedim ama sanırım Türkiye Cumhuriyeti tarihinde en fazla değişimin yaşandığı kurum Milli Eğitim Bakanlığı’dır. 1923 yılından günümüze kadar bazısı birden fazla göreve gelmiş, bazısı vekaleten bakmış olsa da toplamda 74 defa bakanlık el değiştirmiş. Demek ki sorunun temelinde yapısal ve siyasal bir kriz var. Parti ayırt etmeksizin her gelen “reform” vaadiyle başlıyor ama sonuç hep aynı: kırılmış umutlar, değişmeyen kader. Eğitim, her hükümetin deneme tahtası değil, ulusal bir vizyon meselesidir. Bu vizyon olmadığı sürece, reformlar sadece rötuş olmaktan öteye geçemez.

Aileler ise bu çarkın en kırılgan dişlilerinden biri. Hiçbir anne-baba çocuğunun sırtına bu kadar ağır bir yükü isteyerek bindirmek istemez. Ama sistem öyle bir baskı kuruyor ki, oyun çağındaki bir çocuğa: “Bu yaz tatil yok, kampa girip 1000 soru çözeceksin” demek neredeyse bir zorunluluk haline geliyor. Bu yalnızca bireysel bir tercih değil; sistemin, ailelerin omuzlarına yüklediği kolektif bir mecburiyetmiş gibi. Ama bunun paradoksal bir tarafı var. Her ebeveyn çocuğunun mükemmel olduğunu düşünüyor ve ondan hatasızlık bekliyor. Sanki her çocuk doğuştan özel yetenekli, sanki her aile çocuk yetiştirme konusunda uzman. Bu “yeni nesil ebeveynlik” anlayışı, çocuklarını adeta mükemmellik makineleri gibi görmeyi gerektiriyor. Çocuk 3-5 soru yanlış yaptığında felaket senaryoları devreye giriyor. Peki bu ebeveynler hiç kendi çocukluklarını hatırlıyorlar mı? Bizler o dönemlerden geçmemiş gibi davranıyoruz. Oysa çoğumuz, bugün “yetersiz” dediğimiz devlet okullarında okudu ve gayet de memnundu. Kendi adıma söyleyebilirim ki, Tekirdağ Anadolu Lisesi’nde aldığım eğitimden gayet memnunum. Geriye dönüp baktığımda, o eğitimin bana kattıklarını takdir ediyorum. Bana “çocuğunun da senin aldığın eğitimi almasını ister misin?” diye sorsalar, seve seve kabul ederim. Çünkü eğitim sadece okuldan ibaret değil, yaşamın bütünü. Ama ne oluyor, nasıl oluyorsa çevredeki o “çocuğum iyi okula girecek” hengamesine ister istemez ben de müdahil oluyorum. Bu saçmalığı hepimiz birlikte yaratıyoruz ya da en azından paydaşı oluyoruz. Toplumsal baskı o kadar güçlü ki, mantıklı düşünce süreçlerini bile alt üst ediyor. Bunları söylerken “eski” ile “bugün” arasında kıyas yapmıyorum elbette. Eskiden de devlet okullarında sınıflar kalabalıktı ama şimdiki gibi değildi. Ne idüğü belirsiz milyonlarca insan sınırlardan içeri girdi, pandemi yaşandı, eğitime ara verildi, nitelikli öğretmen sayısı azaldı, birçok devlet okulunda hijyen problemi var v.s bunları göz ardı edebilir miyiz? Ben başka ve çok yeni bir anne-babalık pratiğinden bahsediyorum: çocuğunun başarısından rol çalıp aslında çocuğunun değil kendisinin ego tatmini için yarışan ebeveynlikten. Bir anne-babanın çocuğuyla gurur duyması son derece doğal ve belki ilk insandan beri var ama “çocuğun sınav başarısı” üzerinden tabir-i caizse düşman çatlatırcasına bir havaya bürünmek son derece yeni. LGS’ye girecek bir çocuğu olan arkadaşım anlatmıştı: aynı okuldaki öğrencilerin anneleri periyodik zamanlarda bir araya gelip konuşuyorlarmış. İçlerinden birisi konu LGS’ye gelince “Aman sınavın ne önemi var, çocuğum mutlu olsun da kazanmış kazanmamış hiç önemli değil. Bu yüzden ‘çalış’ diye hiç baskılamıyoruz” gibilerinden konuşurmuş. “Çocuktan al haberi” derler ya, o kişinin çocuğu da arkadaşlarına, annesinin soluk aldırmadan test çözmesini istediğini söylemiş. Gruptakiler sonradan anlamış ki meğer o anne, diğer anneleri manipüle edip çocuklarının rehavete kapılmasını, böylece sınavda başarısız olmalarını istiyormuş. Çılgınlık…

Benim de iki çocuğum var. Onlar için hem iyi bir eğitim hem de mutlu bir çocukluk hayal ediyorum. Sınav başarısı kadar sokakta koşarak oynayabilmelerini, hatalar yapıp düşerek öğrenmelerini de önemsiyorum. Onlar adına büyük planlar kurmaktan kaçınsam da, sistem beni de endişeye mahkum ediyor. Çünkü bu sistemde yalnızca çocuklar değil, anne-babalar da yarış atı gibi koşturuluyor ve ben “koşmak”tan çok “yürüme”yi seviyorum…

İyi Pazarlar

Yorum bırakın