TİKSİNME

Milyonlarca yıllık evrimsel sürecin bize armağan ettiği en ilkel, en doğal reflekslerden biri “tiksinme” duygusudur. Bozuk etle, çürük yemekle, pis kokuyla karşılaşığında tiksinir insan. Çünkü tiksinme, hayatta kalmayı garanti eden bir alarm sistemi. Vücudumuz “bu tehlikeli, bu zararlı” der ve bizi korur. Tiksinme saf, dürüst bir duygudur; aldatmaz, yalan söylemez, çıkar gözetmez.

İnsan sadece fiziksel kirlilikten tiksinmez, ahlaki çürüklükten de tiksinir. Yalancıdan, iki yüzlüden, çıkarcıdan da aynı refleksi verir bedeni. Çünkü ruh da hijyen ister, karakter de temizlik arar. İnsan fıtratı, kirli oyunları, sahte duyguları, yapmacık tavırları reddeder. Bu da hayatta kalma içgüdüsüdür aslında, “toplumsal hayatta kalma”.

İşte bu noktada karşımıza çıkıyor Türkiye siyaseti. Ve tiksinme refleksimiz alarm veriyor. Çünkü burası artık o kadar kirli, o kadar çürük ki, vücudumuz “uzak dur” diyor. Bir komisyon kurmuşlar, sözde Kürt sorununun çözümü için. Ama ortada çözüm yok, tarif yok, samimiyet yok. Ne sorunu açık söylüyorlar, ne çözüm diye sundukları şeyin ucu halka dokunuyor. Bugün Türkiye’de halkın birbirine düşmanlığı yok. Ne Türk, ne Kürt, ne Alevi, ne Sünni… Bu halk zaten asırlardır yan yana. Aynı kederde, aynı karanlıkta, aynı sokakta… Kürt de Türk de aynı yolları kullanıyor, aynı hastaneye gidiyor, aynı üniversiteye girmek için aynı kitaplara çalışıyor. Herhangi bir ürüne zam geldiğinde “sen Türksün az vereceksin” ya da “sen Kürtsün daha çok vereceksin” denmiyor. Bir işe, bir sinema salonuna, bir otele, bir ihaleye girerken etnik kimliğe bakılmıyor. O zaman nedir bu Kürt sorunu? Hep muaallak cümleler: “Demokratik bir ortamda eşit yurttaşlık” gibi ne idüğü belirsiz sözler. Spesifik tek bir cümle yok. Yaşadığımız dönemde herhangi biri çıkıp “ben Kürt olduğum için bu ülkede şu haklardan mahrumum” diyebiliyor mu, hayır. Hep geçmişe atıf: Diyarbakır Cezaevi’nde işkence görmüşler, devlet Doğu ve Güneydoğu’ya hizmet götürmemiş v.s Sağlıklı düşünen, vicdan sahibi her insan Diyarbakır Cezaevi’nde yaşanılanları zaten savunmaz. Ama o dönem devlet herkese aynı muameleyi yaptı. Solcuların Metris’te, sağcıların Mamak’ta yaşadığı işkenceler çok mu farklıydı? Ülkücü kimliğiyle bilinen Mustafa Pehlivanoğlu idam edilmedi mi veya sol düşünce mensubu Erdal Eren (Burada ek bir bilgi vermek isterim: Erdal Eren hakkında yıllardır bir yalana inanılıyor. Erdal Eren’in o yıllarda 17 yaşında olduğunu ve idamın gerçekleştirilmesi için yaşının cunta tarafından büyüttürüldüğü söyleniyor. Hayır, böyle bir durum yok. Resmi kayıtlarda Erdal Eren’in 1961 doğumlu olduğu çok açık. İdamı engellemek için Erdal Eren’in avukatı son bir umutla “kemik testi yapılsın” talebinde bulunuyor ama mahkeme bu talebi reddediyor. O ret sonucunda da belli ki bu sokak efsanesi ortaya çıkmış) Doğu ve Güneydoğu’ya hizmet götürülmemesinin nedeninin etnik kimlikle hiçbir ilgisi yok. Bugün İstanbul’da yaşayanlar arasında nüfusa kayıtlı olduğu il üzerinden bir sayım yapılsa sanırım ilk sırada Sivas çıkar. Aynısı Ankara’da hatta Almanya’da falan yapılsa Çorum, Yozgat gibi şehirler çıkar. Türkiye’nin tam ortasında bulunan bu şehirlerden neden yüksek oranda göçler yaşanmış? Çünkü oralara da hizmet gitmemiş. İktidarların beceriksizliğini, hantallığını etnik kimlik üzerinden okumanın anlamı var mı? İyi o zaman Sivaslılar da baş kaldırsın, Yozgatlılar da isyan etsin, Çorumlular da “bu ülkede Çorum sorunu vardır” desin. Yani “Kürt sorunu” diye ortada duran hiçbir meselenin sağlıklı ve gerçekçi bir alt yapısı yok.

Tiksinme, bazen bir fark ediştir. Bazen bir uyanışın habercisidir. Miden bulanıyorsa, ruhun henüz ölmemiştir. İnsanlar siyasetten tiksiniyor çünkü ortada siyaset kalmadı; bir tür soytarılık var. Bunların başında da ne yazık ki Atatürk’ün kurduğu ama pespaye insanların güdümünde, “hayırsız mirasyediler”in karar mekanizmasında olduğu CHP var. CHP belediye başkanları zincirlere vurulurken, aynı parti nasıl oluyor da iktidarın masasına oturabiliyor? Bu nasıl bir karaktersizlik, nasıl bir omurgasızlık? Mide bulandırıyor gerçekten. Çünkü bu, ahlaki çürüklüğün ta kendisi. Partinin genel başkanı insanların aklıyla dalga geçercesine “komisyonda nitelikli çoğunluk olacak”, “konuşulanları halka anlatmak için oradayız”, “gerekirse masadan kalkarız” diye beyanda bulunuyor. Komisyona katılanların listesine baktım, DEM Parti’den daha sert “Kürtçülük” yapan insanlar var. Birisi Wikileaks belgelerinde TR 705 kod adıyla CIA ajanı olduğu belirtilen, zaman zaman TSK’yı, PKK’ya karşı yaptığı harekatlarda suçlayıcı sözler söyleyen, PKK’nın medya kanallarına çıkıp konuşan Sezgin Tanrıkulu. Bir diğeri şöyle paylaşımlar yapan, tanım yapmakta zorlandığım kişi:

 

Vicdan sahibi milyonlarca insanın yüzüne bakarken tiksindiği bir figürü nasıl da normalleştirmiş.

Bir diğeri genç vekil Gökçe Gökçen. Ermeni Soykırımı’nı tanıyan, Sevr Antlaşması’nın uygulanması gerektiğini söyleyen bir topluluğun iki sene boyunca başkan yardımcılığını yapmış birisi. Diğeri Türkan Elçi. “Pkk terör örgütü değildir” diyen Diyarbakır Baro başkanlığı yapmış Tahir Elçi’nin eşi. Kendisi siyasete girip CHP’ye katıldığında çoğu kişin “neden HDP’ye girmedi acaba” diye şaşırmıştı. Şimdi bu isimler o komisyonda “tarafsız” olacak ve Türkiye Cumhuriyeti’nin bekası yönünde pozisyon alacak öyle mi?

AKP daha doğrusu Tayyip Erdoğan ne zaman zora düşse imdadına CHP’nin yetişiyor olmasına tesadüf gözüyle bakamıyorum. Baykal, Kılıçdaroğlu ve son olarak Özgür Özel. Hepsinde aynı senaryo. Gençler, akıl sahipleri neredeyse yalvardı “Kılıçdaroğlu aday olmasın” diye. Tayyip Erdoğan ve diğer AKP kurmayları her fırsatta “sıkıysa kendi aday olsun ve çıksın karşıma” diye tabir-i caizse gaz verdi. Seçmenin sesini dinlemeyip çevresindeki kerameti kendinden menkul danışmanların ve azgın azınlığın etkisiyle aday oldu, kendisi değil ülke kaybetti. Yerel seçimler öncesi ben bile bu sayfalarda Lütfü Savaş aday olmamalı, kaybeder dedim. Sosyal medyada CHP’ye baskı yapıldı Lütfü Savaş’ın aday olmaması için, parti kendi bildiğini okudu, her yerde seçim kazanılırken eldeki Hatay kaybedildi. Şimdi gene aynısı, milyonlar kendini harap etti, komisyona katılma, bu ne olduğu belirsiz oluşuma meşruiyet kazandırma diye. Tayyip Erdoğan çıkıp: “CHP’nin geçmiş günahlarına kefaret olacak bir fırsat” diyerek CHP’nin komisyona katılmasını istedi, CHP yönetimi kendi seçmeninin sesine sağır olup Tayyip Erdoğan’ı dinledi. İnsan düşünür: 23 senedir kesintisiz bir şekilde ülkeyi yöneten topluluk ne zaman senin, partinin, seçmenlerinin iyiliğini düşünmüş de şimdi düşünsün? Sadece o açıklamadan sonra bile komisyona katılacağım varsa da katılmam…

Şu halka yazık! Ne yapalım istiyorsunuz daha? Vergimizi veriyoruz, suça bulaşmıyoruz, onca hukuksuzluğa, ekonomik zorluğa rağmen isyan edip kargaşaya sebep olmuyoruz, çocuklarımızı ülke sevgisiyle yetiştirmeye çalışıyoruz, komşularımızın, iş arkadaşlarımızın, normal arkadaşlarımızın etnik kökeniyle, mezhebiyle ilgilenmeden hayatımızı yaşıyoruz, daha ne yapalım? Peki siz niye bu halka düşmansınız? Niye sevmiyorsunuz insanları? Bu milletin huzurunu, kardeşliğini, birlikte yaşama iradesini niye sabote ediyorsunuz? Ne yapacaksınız, ne konuşacaksınız o komisyonda, Abdullah Öcalan’a ve diğer teröristlere özgürlüğü mü, Türkiye’nin eyaletlere bölünmesini mi?

Tiksinme evrensel bir duygu çünkü kirden, çürüklükten, hastalıktan korunma ihtiyacımız evrensel. Ve şu an Türkiye siyaseti, tiksinme refleksimizi tetikleyecek kadar kirli, çürük ve hastalıklı. Bu normal, bu sağlıklı. Tiksinmeyen insan, aslında hasta olan insandır. Çünkü sağlam fıtrat, bu kadar büyük sahtekarlığa, bu kadar açık çıkarcılığa, bu kadar bariz halk düşmanlığına “normal” diyemez. Tiksinir, öfkelenir, isyan eder. Bu duygularımız bizi koruyor, hem bireysel olarak hem de toplum olarak. Bu halk bu kadar kirli oyunları, bu kadar sahte komisyonları, bu kadar yapmacık sorunları hak etmiyor.

Üzerinde nefes aldığımız toprak parçası yüzyıllardır, dil, din, ırk, mezhep, ten rengi, ideoloji fark etmeksizin farklılıkların bir arada yaşandığı yerdir. Bunların en çarpıcı örneklerinden birisi Mehmet Akif Ersoy ile Neyzen Tevfik’in arasındaki dostluktur. Mehmet Akif Ersoy mutaassıp özelliğiyle bilinir. Neyzen Tevfik ise sürekli alkol alan, hedonist, “haz” almayı merkeze almış biridir. Hayata bakışları, ideolojileri taban tabana zıt olan bu iki tarihi karakter arasındaki yakınlık ölüme kadar devam etmiş. Neyzen Tevfik’in boynunda rakı matarasıyla gezecek raddede olan bu alkole düşkünlüğü Mehmet Akif’i çok üzermiş. Neyzen Tevfik’e içkiyi bırakması konusunda telkin edici sözler söyler, Neyzen Tevfik de ona alkolü bırakacağını hatta tövbe ettiğini söyler ama ertesi gün dayanamaz gene içermiş. Mehmet Akif, kendisine yönelik “Derviş Ahmed” adında bir şiir yazar ve şiire şu notu iliştirir: “Tevfik Neyzen’in üç bin dört yüzüncü tövbesinden istifası münasebetiyle.” Ben de üç bin dört yüz defa olmasa da birkaç defa “bir daha siyasete dair tek kelime yazmayacağım” demiştim. Hepsi birbirinden beter, aynı rengin farklı tonu olan bu siyasilerin sergilediği sirkten tiksinerek bir kere daha “siyasi yazıya tövbe” diyorum 🙂 Bunlar için beynimden bir hücre harcamak, bir cümle kurmak bile israf…

İyi Pazarlar

Yorum bırakın