
Bir an donmuş.
Bir vapur kalkmak üzere, dumanı gökyüzüne bir şiir gibi yükseliyor.
İnsanlar telaşlı ama düzenli.
Kadınlar eteklerini rüzgara kaptırmamaya çalışıyor, erkeklerin ceketleri ütülü, ayakkabılar pırıl pırıl.
Yüzlerde bir tür kararlılık var; sanki her biri kendi hikayesinin kahramanı olma peşinde.
Yıl 1950.
İstanbul, sadece bir şehir değil, bir hayalin ete kemiğe bürünmüş hali.
Henüz gökdelenlerin gölgesi yok.
Denizin üstünde martıların sesi, karada ise adımların ritmi var.
Ve fotoğrafa bakan bizler, bir zamanlar bu şehrin nasıl (b)aktığını görüyoruz…
National Geographic’in objektifine yansıyan bu İstanbul karesi, gündelik yaşamdan bir an. Fotoğrafta görünen insanlar ne aristokrat ne de işçi sınıfından. Şehrin nabzını tutan “orta sınıf”ın temsilcileri. Bu detay belki de en kıymetli olanı. Çünkü bir toplumun gerçek karakteri, ne en tepesinde ne de en dibinde, tam ortasında kristalleşir.
Fotoğraftaki o an, Cumhuriyet’in modernleşme projesinin toplumsal hayatta görünür hale geldiği bir dönemin kesiti. Atatürk devrimlerinin toplumsal karşılığı, özellikle kentlerde, gündelik yaşamın her anına sızmış durumda. Kentli yaşamın ritmi, geleneksel ile modernin arasında kurulmuş doğal bir denge üzerine oturuyor. Bu denge zoraki değil, organik bir sürecin sonucu. İnsanlar ne giydiklerini, nasıl yaşadıklarını, hangi değerleri benimsediklerini, dışarıdan gelen bir baskıyla değil, kendi iç dinamikleriyle belirliyorlar. Yani bu insanların hayatlarının merkezinde “gösteriş” değil, “istikbal” var. O yüzden bu fotoğraf sahici; çünkü bu insanlar bir vitrine değil, bir umuda ait.
Ama her fotoğraf, kadraja sığmayan başka kareleri de taşır.
Bu görüntünün arkasında, Anadolu şehirlerinde ve köylerinde süren bambaşka bir hayat var.
Toprakla, mevsimle, yoklukla iç içe… Eğer o insanlar hayatlarından memnun olsalardı, 1950’lerden sonraki büyük göç dalgasına katılırlar mıydı? Bu sorunun cevabı, fotoğraftaki o huzurlu anın sadece hikayenin bir yüzü olduğunu gösteriyor.
Zamanla şehirler büyüdü, adımlar hızlandı.
Kalabalıklar çoğaldı ama bazen kalabalık yalnızlıktır.
Eskiden “nasıl yaşamalıyım?” sorusu vardı şimdi ise “nasıl görünmeliyim?” sorusu öne çıktı.
“Estetik”, yerini “vitrin”e bıraktı, “vakar”, ise “etkileşim”e.
Şimdi hayal edelim:
Aynı noktada, aynı ışıkta, aynı açıda çekilmiş bugüne ait bir fotoğraf.
Ama bu kez yüzlerde daha çok telaş, daha çok dalgınlık, daha az bakış var.
Kalabalık daha büyük, gürültü daha yoğun.
Belki daha renkli ama daha dağınık.
Ve çoğu göze hakim olan duygu: “gelecek kaygısı”
Asıl mesele bu. Fotoğraftaki insanlar geleceği hayal ediyordu, bizse “anemonia” misali hiç yaşamadığımız bir zaman dilimini özlüyoruz. Ne zaman eski dönem fotoğraflarına baksam dikkatimi çeken ilk şey oradaki insanların bakışlarındaki “dinginlik” oluyor. Bir yere yetişmekten çok, bir çağa yetişmeye çalışmanın dinginliği…
Bugün geldiğimiz nokta, o 1950 fotoğrafındaki doğallığın ne kadar kıymetli olduğunu gösteriyor. Toplumsal barışın, insanların birbirlerini yaşam tarzlarına göre değil, insani değerlerine göre değerlendirmesiyle mümkün olabileceğini hatırlatıyor. Çünkü o fotoğraf bize şunu söylüyor: Bir zamanlar bu mümkündü. Farklı yaşam tarzları, farklı değer sistemleri, farklı modernite yorumları aynı vapur iskelesinde, aynı şehirde, aynı ülkede yan yana durabiliyordu. Bu birliktelik zorla değil, doğal olarak gerçekleşiyordu. İnsanlar birbirlerinin tercihlerini sorgulamak yerine, ortak bir gelecek inşa etmeye odaklanabiliyorlardı.
Bazı zamanlar vardır ki, ilerlemek için geriye yürümek gerekir.
Unutulmuş bir nezaketi, bastırılmış bir zarafeti, yitirilmiş bir ölçüyü bulmak için.
Çünkü bazı yıllar, takvimde değil, ruhumuzda tersine akmalıdır.
Yani ülke olarak 65 yıl geriye gitsek, 65 yıl ileri gitmiş olacağız…
İyi Pazarlar