Antik Felsefe ve Klasik Psikoloji insan davranışlarını üç nedene dayandırır: Haz, Fayda ve İyi.
Haz (hedonizm): Bir şey haz veriyorsa yaparsın, elem veriyorsa yapmazsın.
Fayda (pragmatizm): Bir şey faydalıysa yaparsın, zararlıysa yapmazsın.
İyi (ahlaki idealizm): Bir şey iyi/doğru ise yaparsın, kötü/yanlış ise yapmazsın.
Haz, fayda, iyi üçlemesi klasik bir iskelet ama “bana göre” insan davranışının çok boyutlu doğasını açıklamaya yetmez. “Alışkanlıklar” (sigara içmek, işten eve dönerken aynı yolu kullanmak v.s), “Taklit/SosyalEtki” (Çocukların davranışları, moda akımları, sosyal medyadaki trendler v.s) “Kimlik ve Aidiyet” (bir taraftarın maçta bağırması, bir cemaat üyesinin çeşitli ritüellere katılması), “Bilinçdışı itkiler” (bastırılmış arzular, travmalar, dürtüler) gibi pek çok parametre insan davranışını etkiler ve bunların hiçbiri klasik üçlemenin içinde yer almaz.
Gene “bana göre” bugünkü dünyada insan davranışını etkileyen en önemli nedenlerin tepe noktasında “mecburiyet/zaruret/zorunluluk” yer alıyor. Sabahın kör karanlığında uyanıp karganın henüz dışkısıyla hemhal olmadığı o zaman diliminde giyinip dışarı çıkarak işe gitmenin haz veren, faydalı veya iyi olan tarafı nedir? “Geçim derdi” harici hangi neden bir insan evladını sahibi olmadığı bir işletmede çalışmaya iter? Trafikte sıkışıp kalan, her gün saatlerini toplu taşımada harcayan insan, bundan nasıl haz duyabilir, ne tür bir fayda görür? Davranışların temel nedeni “mecburiyet” olunca, insanın özgür irade alanı daralıyor. Çünkü istediğini değil, zorunda olduğunu yapıyor. İnsanın gündelik yaşamındaki en büyük motivasyonu artık özgür seçim değil, hayatta kalma zorunluluğu. Yani insan, aslında en çok “istemediğini” yaparak hayatta kalmaya çalışıyor. Ne büyük trajedi!
Herman Melville’nin “Katip Bartleby” isimli bir öyküsü var. Bir avukatlık bürosunda çalışan Bartleby, işe başladığı ilk zamanlarda yoğun ve başarılı bir performans gösterir. Ama bir gün, kendisinden bir belgenin kontrol edilmesi istenildiğinde “I would prefer not to” (yapmamayı tercih ederim” cevabını verir. Bartleby her geçen gün daha az iş yapar, kendisinden istenilen hemen her şeye aynı sözü söyler: “yapmamayı tercih ederim”. Bu cümle şu açıdan önemli: Bartleby “yapamam” demiyor, yapmamayı tercih ediyor. Bu karakterden hareketle özellikle bazı üretken yazarların, sanatçıların bile isteye yeni bir kitap/eser ortaya çıkarmaması durumuna “Bartleby Sendromu” deniyor.

“Yapmamayı tercih etmek” bence içinde gizli bir hazzı barındırıyor. Ben “haz”zı “aktif haz”ve “pasif haz” olarak ikiye ayırıyorum. Aktif haz, bir şeyi yapmak, duymak, dinlemek, dokunmak gibi eylemler sonucunda oluşan haz; Pasif haz ise bir şeyi yapmamaktan duyulan haz. Mesela bana göre “ehl-i keyif” diye betimlenen kişiler aslında sistemin dışında durmayı, hayatı tüketmek yerine yaşamayı seçen kişilerden oluşuyor. Hiçbir şey yapmamanın, oyunun dışında kalmanın, kölece sistemin çarklarını yağlamamayı seçmenin tuhaf, derin ve gizli keyfi… Bu ülkede çoğu kişinin hayali, emekli olunca ya da emekli olmadan maddi durum elverdiği nispette şehir hayatının keşmekeş yapısından sıyrılıp bir sahil kasabasına yerleşmektir. Metropollerdeki “oyun”un dışında kalmak, kölece sistemin çarklarını yağlamamayı tercih etme isteği. Ne yazık ki bu hayalini gerçekleştiren insan sayısı çok az.
Hikayenin hepsini anlatmayayım ama öykünün sonunda Bartleby ölüyor çünkü yaşamının ilerleyen dönemlerinde hapisaneye düşüyor ve orada kendisine verilen yemeği yememeyi tercih ediyor. Tüm bağları koparmak, insani ilişkileri reddetmek, hayata sırtını dönmek aslında özgürlük değil; ağır bir yalnızlıktır. Lüks gibi görünen izolasyon, çoğu zaman bedelini ruhla ve bedenle ödetir. İşte bu noktada kritik olan şudur: mevzunun özü hayattan çekilmek değil, hayatın içinde küçük direniş alanları açmaktır. Bir toplantıyı reddetmek, bir davete gitmemek, telefonunu bir saatliğine sessize almak… Bunlar modern insanın nefes alma boşluklarıdır. Büyük kopuşlar değil, küçük kaçışlar. Tamamen hayattan izole olmak yerine, hayata karşı ara sokaklar yaratmak… Çünkü insan bütünüyle yalnızlaşamaz. Dostlarından, ailesinden, ait olduğu topluluktan kopmak bir özgürlük değil, bir çoraklık getirir. Bartleby’nin ölümünde asıl çarpıcı olan budur: Tam reddedişin götürdüğü uçurum. Oysa bizim ihtiyacımız olan şey, o uçuruma yürümek değil; oraya varmadan önce durmak. Mecburiyetler içinde bile küçük özgürlük alanları yaratabilmek. Bazen “yapmamayı tercih etmek” bir lüks değil, hayatta kalma stratejisi. Ruhun nefes alabilmesi için gerekli olan minimal direniş.
Bartleby sendromu aslında en çok siyaset sahnesinde görülmeli ama ne yazık ki genelde dünyada, özelde ülkemizde “koltuk sevdası”ndan dolayı örneklerini görmek pek mümkün olmuyor. Dünya tarihinde sınırsız yetkilere sahip olduğu halde kendi isteğiyle bunlardan feragat eden kişiler de yok değil. Mesela Roma diktatörü iken, yani imparatorluğun en kudretli insanıyken tarlasına dönen Cincinnatus. Benzer şekilde ABD’nin seçimle göreve gelmiş ilk başkanı George Washington, iki dönem başkanlık yaptıktan ve halk da son derece memnunken “Amerika’nın yönetilmek için krallara değil, halkın içinden gelen insanlara ihtiyacı var”diyerek görevi bırakmıştır. En çarpıcı olanı ise gene Roma İmparatoru olan Diocletianus’un hikayesi. “Artık lahana yetiştirmeyi tercih ediyorum” diyerek imparatorluktan çekilen adam… Kendisinden sonra göreve gelen kişiler onu geri dönmesi için ikna etmeye çalıştıklarında “Split’teki bahçemdeki lahanaları görseydiniz, beni ikna etmeye çalışmazdınız” demesi efsanevidir. İmparatorluk hala ayakta, kendisi hala çok güçlü ama “yapmamayı tercih ediyor” İşte gerçek Bartleby ruhu bu!
İnsan sadece üretmek, tüketmek, itaat etmek için yaratılmamış. Hepimizin içinde bir Bartleby yaşıyor. O sessiz ses, ara sıra fısıldıyor: “Bunu yapmamayı tercih ederim.” Ve o an, küçücük de olsa, özgür hissediyoruz kendimizi…
İyi Pazarlar