RİEN SENDROMU

14 Temmuz 1789, günlerden Salı. Paris, sabahın bunaltıcı sıcağıyla uyanmıştı. Kanalizasyonlar kaynıyor, lağım kokusu aşk şehrinin üzerine kara bir perde gibi iniyordu. Saint-Antoine caddesinin 232 numaralı binasının önünde yüzlerce insan toplanmıştı. Bu bina, göğe yükselen gri taş duvarlarıyla Bastille Hapishanesi’ydi.

O sabah içeride sadece yedi mahkum vardı: dört dolandırıcı, iki deli ve babasını kızdıran genç bir aristokrat. Hiçbiri halkın hayalini kurduğu kahraman devrimciler değildi. Ama kalabalık başka bir şeyin peşindeydi: 13.000 kilo barut. Zira bir gün önce Hotel des Invalides’ten 28 bin tüfek alınmıştı ama barutsuzdu. Bastille, artık halkın özgürlüğünden çok silahların nefesiydi.

Öğleye doğru kalabalık kapılara yüklendi. Kimi baltalarla, kimi çıplak elleriyle, kimi sadece öfkesiyle… Saatlerce süren çatışmanın ardından kapılar kırıldı. Tutsaklar serbest bırakıldı, barut ele geçirildi, komutan De Launay ve bazı askerler kızgın halk tarafından linç edilerek öldürüldü. Paris’in üzerinde yükselen duman, sadece barutun değil, yüzyılların öfkesinin dumanıydı. İşte bu an, Fransız Devrimi’nin, Avrupa dolayısıyla Dünya tarihinin dönülmez başlangıcı oldu.

Ama aynı gün, Versailles Sarayı’nın loş bir odasında bambaşka bir sessizlik hakimdi. XVI. Louis, o gün avlanmaya çıkmış ama hiçbir av hayvanı vuramamıştı. Akşam saray protokolü gereği günlüğüne o günün özetini yazarken tek kelime kullandı: “Rien” yani “hiçbir şey”

Bir yanda sokaklarda yankılanan çığlık, diğer yanda defterdeki sessizlik. Halk için “her şey”in başladığı gün, kral için “hiçbir şey”in olmadığı bir gündü. Bastille’in kapıları devrimi açarken, kralın kapalı defteri körlüğünü mühürlüyordu.

Psikoloji kitaplarında adı geçmeyen, tamamen benim uydurduğum ama hem gündelik hayatta hem de tarihin sayfalarında defalarca karşımıza çıkan bir durum var: “Rien Sendromu”. Kısaca şöyle tanımlayabiliriz: “Bir olayın farklı perspektiflerden tamamen zıt değerlendirmelerle karşılaştığı sistematik durumlar”. Bunlar, aynı gerçekliğin farklı gözlerden nasıl farklı anlamlar taşıdığını gösteren kronik çelişkilerdir. İnsanlar doğal olarak kendi deneyimlerini merkeze alarak değerlendirme yaparlar. Bu “kendi perspektifini merkeze alma” eğilimi, başkalarının yaşadığı deneyimleri küçümsemeye yol açabiliyor. Mesela araç kullanan hemen herkesin en sevmediği durum trafik sıkışıklığıdır. Ama o sıkışıklıktan istifade edip simit, su satarak evine ekmek götürenler de var. Çok bilinen bir hikayedir, tekrarlamakta sorun görmüyorum: Karıncaya “Hayvanları anlatır mısın” diye sormuşlar. O da: “Hayvanlar ikiye ayrılır: birinci grupta aslan, kaplan, yılan gibi zararsız ve iyi yürekli hayvanlar; ikinci grupta tavuk, ördek, kaz gibi vahşi hayvanlar” demiş. 

Rien Sendromu’na çıkış hikayesinden dolayı bir anlam daha verdim: “Liderlerin, kralların, padişahların, imparatorların, yöneticilerin halktan kopuk yaşaması durumu”. XVI. Louis halkın nasıl yaşadığını, ne istediğini umursamadan kendi keyfine göre av sefasına çıkmıştı. Mesela halk Anadolu’nun içlerine kadar gelmiş Yunan ordusunu ülkeden kovmak için Sakarya Savaşı’nı yaparken padişah Vahdettin, sarayında altıncı evliliğini yapıyordu. Roma’yı perişan eden “büyük yangın” olduğunda Nero’nun lir çaldığı “rivayet” edilir. Osmanlı, İstanbul’u kuşatma hazırlıkları yaparken Bizans yöneticileri “meleklerin cinsiyeti var mı” diye tartışıyorlarmış. Bu duruma benzeyen sayısız örnek verebilirim. Hoş, çok geriye veya başka ülkeye gitmeye gerek yok, kendi ülkemize bakalım: halkın bir numaralı gündemi “ekonomi”. Ama hükümet bunu konuşmak bir yana “hiç böyle bir sorun yokmuş gibi” davranabiliyor. Yani onlar için ekonomi, adalet, orman yangınları v.s “rien” hükmünde. 2. Dünya Savaşı’nın sonlarında Sovyet tankları Berlin’e girmek üzereyken Almanlar, kendi ordularının Sovyetler Birliği’ni işgal edip Moskova’yı aldıklarına inanıyorlarmış. Çünkü gazeteler, radyolar bu şekilde haber yapıyorlarmış 🙂 

Rien Sendromu, aslında liderlerin psikolojik bir felci. Gözleri açık ama görmüyorlar, kulakları var ama duymuyorlar. O yüzden tarih boyunca “halkın kıyameti”, liderlerin gözünde hep “sıradan bir gün” olarak geçti.

Hayatımın sonuna kadar gerçek bir “lider” olarak sadece kendisinden taraf olacağım Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde, 103 sene önce bu topraklarda fiilen gerçekleşmiş “son savaş”ın sene-i devriyesi hepimize kutlu olsun. Bu güzel ülkenin bağımsızlığı için canını vermiş; kanını, terini akıtmış kişileri saygı, minnetle anıyor, hepsine rahmet diliyorum. 

İyi Pazarlar

1 Comment

Yorum bırakın