
“İçimizdeki çocuk” kavramı son yılların en çok kullanılan imgelerinden biri oldu. Kimileri için bu, safiyane bir hatırlatma: hayret duygumuzu, merakımızı, oyun oynamayı unutmamayı salık verir. İçimizdeki çocuğa bakmak aslında hayata yeniden tazelenmiş gözlerle bakmayı öğrenmektir. Bu açıdan masum, hatta şefkatli bir çağrıdır.
Ama aynı kavram, kimi zaman da fazlasıyla dramatize ediliyor. Sanki içimizdeki çocuk daima kırılgan, daima yaralı ve sürekli şefkate muhtaç… Oysa her çocuk yalnızca incinmiş değildir; aynı zamanda güçlü, dirençli ve yaratıcıdır. Çocuğu sadece mağduriyetin sembolüne indirgemek, onun başka bütün yönlerini görmezden gelmek değil midir?
İçimizdeki çocuk fikri, doğru kullanıldığında insanı özgürleştirir. Bir yetişkinin hayatı boyunca koruması gereken şey, çocukluktan kalan saf merak ve koşulsuz sevinçtir. O merak olmasa bilim ilerlemez, o sevinç olmasa sanat doğmazdı. Yani çocuk yalnızca bir kırılma değil, aynı zamanda bir başlangıçtır.
Ne var ki bu kavram, yanlış kullanıldığında insanı bugüne yabancılaştırıyor. “İçindeki çocuğu iyileştir” sloganı altında söylenenler, çoğu zaman kişiyi kendi geçmişine zincirliyor. İnsan, yaşadığı her duyguyu geçmişteki bir travmaya bağladığında, bugünü inşa etme sorumluluğunu kaybediyor. Sanki şimdiki hayat, yalnızca çocukluk defterini karıştırmanın bir devamıymış gibi. Bir de şu var: bazı yaralar gerçekten derindir, profesyonel yardım gerektirir. Ama çoğu kırgınlık, zamanla olgunluğa dönüşebilecek ufak çatlaklardır. Eğer biz her çatlağı “travma” diye adlandırırsak, sonunda hayatın doğal akışını da patolojiye dönüştürmüş oluruz. Çocukluktaki her sarsıntı, bizi sakatlamak zorunda değil; bazen büyütmek, bazen de güçlendirmek içindir.
Tam da bu noktada mesele bireysel gelişimin ötesine taşınıyor. Çünkü kavramlar basitleştikçe, “piyasa” devreye giriyor. “İçimizdeki çocuk” bir hatırlatma olmaktan çıkıp bir pazarlama malzemesine dönüşüyor. Seminerler, kitaplar, sosyal medya videoları… Hepsi aynı cümlelerle insanlara şunu söylüyor: “Sen kırgınsın, tamir edilmeye ihtiyacın var”. Ve böylece travma, kişinin kendi üzerinde çalışabileceği bir alan olmaktan çıkıyor; ticari bir marka, kolayca satılabilir bir ürün haline geliyor. Çocukluk travmalarının etkisi inkar edilemez. Ama her şeyi geçmişin deterministik gölgesine hapsetmek, insanı kendi gücünden mahrum bırakan tehlikeli bir oyun. Sosyal medya guruları ve yaşam koçları bu oyunun baş aktörleri. Onlar için travma, tükenmez bir içerik madeni, sınırsız bir para kazanma aracı. “Tek seansta travmanı yok et” vaatleri altında, insanlar kendi hikayelerini sürekli kurban anlatısına dönüştürmeye teşvik ediliyor. Travma mağduru olmak, modern zamanların en popüler kimliği haline geldi. Çünkü bu kimlik hem dikkat çekiyor hem de sorumluluktan kaçış imkanı sunuyor.


Travma endüstrisinin de etkisiyle bir paradoksun içine düşürülüyoruz: Çocuğumuzu özgürleştirmek isterken, onu başka bir zincire vuruyoruz. Travmayı çözmek yerine travmaya takılıp kalıyoruz. Kendimizi mağduriyet üzerinden tanımladıkça, bugünkü özgürlük alanımızı daraltıyoruz.
Oysa esas mesele içimizdeki çocuğu sürekli şımartmakta değil, ona güvenli bir yetişkin olmayı öğretmekte saklı. O çocuğun duygularını anlamak ama kararları yetişkin aklımızla vermek. Geçmişin etkisini kabul etmek ama geleceği kendi ellerimizle şekillendirmek. Bu süreç, travma endüstrisinin vaat ettiği gibi kolay ve hızlı değil. Sabır, süreklilik ve gerçek cesaret gerektiriyor. Çünkü büyümek, konfor alanından çıkmak, belirsizlikle yaşamayı öğrenmek demek. Bu da güçlü, bağımsız insanlar istemeyen endüstri için kârlı değil.
Çocukluk travması olan her insan kendisine şu soruyu sormalı: “sürekli yaralı çocuk rolünde kalacak mıyım, yoksa o çocuğun deneyimlerini alıp güçlü bir yetişkin olmayı mı seçeceğim?” Travma endüstrisi birinci seçeneği tercih ediyor. Ama esas iyileşme ikincisinde. İçimizdeki çocuğu en çok sevindirecek şey, onun sürekli “merkez”de olması değil, güvenli bir yetişkinin korumasında büyüyüp gelişmesi. O yetişkin de kendimiziz…
İyi Pazarlar
1 Comment