İngilizcede “tarih” anlamına gelen “history” ile “hikaye” anlamındaki “story”nin aynı kökten geldiği rivayeti vardır. Hatta “history”nin “his story” yani “onun (eril) hikayesi” olduğu ve “tarih”in sadece erkek merkezli olduğu yakıştırması yapanlar da vardır. İşin etimoloji kısmını bir kenara bırakıp “tarih” ile “hikaye” arasındaki yakınlığa odaklanmak istiyorum. Tarih yazıcılığının birçok türü vardır ama en temel ve yaygın olanı “hikayeci tarih”tir. “Tarihin babası” diye bilinen Herodot hikayeci tarih tarzını kullanarak bu yazıma ön ayak olmuştur.
Hikayeci tarih, geçmişin ruhunu bugüne taşıyan bir köprü gibidir. Kuru belgelerin arasında kaybolmuş insanları yeniden hayata döndürür. Onların korkularını, umutlarını, zaferlerini ve acılarını yüreğimize nakşeder. Fatih’in İstanbul’a girerkenki heyecanını, Yavuz’un Çaldıran’daki kararlılığını, sıradan askerlerin Çanakkale siperlerindeki direnişini hissederiz bu anlatımda. Tarih bir kütüphane sessizliğinden çıkar, meydanlarda yankılanan bir destan haline gelir. İnsanlar kendilerini bu hikayede bulur, kökleriyle bağ kurar, ait olma duygusunu tatlar.
Bu anlatım özellikle genç zihinler için büyülü bir kapıdır. Çocuk, tarih kitabını masal okur gibi okur, Sultan Alparslan’ın Malazgirt’te nasıl zafer kazandığını hayranlıkla izler. Tarih sınavdan ibaret olmaktan çıkar, maceraya dönüşür. Geçmiş soğuk bir arşiv değil, yaşayan bir hatıraya dönüşür böylece. Ve toplumlar ortak anılarla bir arada durur. Hikayeci tarih bu ortak hafızayı besleyen en güçlü araçlardan biridir.
Ama her büyünün bir bedeli vardır. Hikayeci tarih kahramanlar yaratırken, gölgeleri silme tehlikesi taşır. Zaferler parlak ışıklarla aydınlatılırken, yenilgiler karanlıkta bırakılır. Mesela Zenta’daki bozgun, Sarıkamış’taki felaket, sayısız yanlış kararlar anlatılmaz çünkü hikaye akışını bozarlar. Oysa bir toplum ancak hatalarından ders alarak olgunlaşır. Sadece zaferlerle beslenen bir tarih bilinci, gerçeklikle yüzleşemeyen bir kuşak yetiştirir.
Dahası, hikayeci anlatım sorgulama yetisini köreltir. “Neden?” sorusu “nasıl?” sorusunun gölgesinde kalır. Mesela Türkler tarih boyunca yüzlerce devlet kurmuştur. Cumhubaşkanlığı forsunda sadece 16 tanesinin olma nedeni, o devletlerin tarihteki etki alanlarının çok olmasıyla ilgilidir. 16 devlet ile övünüyoruz ki Cumhurbaşkanlığı forsuna bile koyuyoruz. Bu devletlerin hepsi de yüzlerce/binlerce sene önce yıkıldı. “Bu devletler neden yıkıldı” sorusu, “bu devletler nasıl kuruldu” anlatısının arkasında kayboluyor. Sadece “kuruluş”a yani “nasıl”a odaklanıp “çöküş”ü yani “neden”i ötelemek. İşte hikayeci tarihin en tehlikeli tarafı budur . Bunun yanında yapısal sorunlar, ekonomik gerçekler, sosyal çelişkiler görmezden gelinir. Tarih bir dersler silsilesi olmaktan çıkar, nostaljik bir teselli deposuna dönüşür. Ve toplum geçmişin hatalarını tekrarlamaya mahkum olur çünkü onları hiç tanımamıştır.
Türkiye gibi geçmişin bir döneminde dünyada söz sahibi olmuş bir devlete ya da devletlere sahip milletlerde tarih yazıcılığı tamamen hikayeci tarih metoduyla yapılır. Çünkü atasözünde de söylendiği gibi: “Müflis tüccar, eski defterleri karıştırır”.
Çocukluğumdan beri “tarih” derslerine karşı hep mesafeliydim. Belki o halk etimolojisi ya da yakıştırmasındaki “history – his story” ilişkisindeki eril anlatımın yoğunluğundan, belki çoğu sözel dersin ezber odaklı olması ve benim de ezberlemeyi sevmeyişimden, belki de nedenini bile bilmeden uzak kalmayı tercih ettim, bu yüzden de sayısal derslere ağırlık verdim. Üniversite bittikten sonra tarih üzerine okumalar yapmaya başladım. Çoğu zaman “iyi ki de böyle yapmışım” dedim. Çünkü hikayeci tarih manipülasyona çok açık. Her iktidar kendi anlatısını yaratır, kendi kahramanlarını yüceltir, kendi altın çağını inşa eder. Seçici hafıza politikaya dönüşür. Bazı zaferler abartılır, bazı yenilgiler yok sayılır. Tarih, toplumu aydınlatan bir ışık yerine, onu belirli bir yöne sevk eden bir propaganda aracına dönüşebilir. Ve sen çocuk halinle o anlatılanlara maruz kalırsan, hayatının diğer dönemlerinde o propagandanın militanı olursun.
Bazı durumlarda da hikayeci tarihin ne kadar gerekli, onu tamamen reddetmenin haksızlık olduğunu düşünüyorum. Esasında sorun anlatımda değil, dengesizlikte. Tarih hem duygulandırmalı hem düşündürmeli, hem bağ kurmalı hem sorgulamaya fırsat vermeli. İdeal olan, hikayeci anlatımın cazibesini analitik düşüncenin derinliğiyle birleştirmektir. Çünkü geçmiş ne bir masal ne de soğuk bir veri yığınıdır. Yaşanmış, acı çekilmiş, sevinilmiş, öğrenilmiş bir tecrübedir.
Şimdi ben de bir hikayeci tarih anlatımına başvuracağım. Yaşıtlarımın ve büyüklerimin tanıklık ettiği, genç neslin okuyunca belki şaşıracağı bir olayı anlatacağım. Bundan 26 sene önce yani 1999 yılında Abdullah Öcalan, tek kurşun bile atılmadan Türkiye’ye getirilmişti. Nasıl mı? Öcalan önce Suriye’deydi. Dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı bizzat Türkiye-Suriye sınırına gidip direkt Suriye’yi hedef alan bir konuşma yaptı: “Eğer Abdullah Öcalan Suriye’de kalmaya devam ederse Suriye ile savaşa hazırız” dedi. Hatta sınıra askeri birlikler gönderildi. Türkiye’nin kararlılığını gören Suriye, Öcalan’ı ülkesinden kovdu. Öcalan bu defa Yunanistan’a sığındı, iltica talebinde bulundu. Yunan tarafı kendisine: “Üç saat içinde ülkeden defol, başımızı Türkiye ile belaya sokma” dedi. Yunanistan diyorum, yüzyıllardır düşman olarak kabul ettiğimiz ülke diyorum… Yunanistan’a kabul edilmeyen Öcalan, bu defa Rusya’ya gitti. Rusya hükümeti: “biz enayi miyiz, senin yüzünden Türkiye’yi karşımıza alacağız” dedi, orada da istediğini bulamayıp rotayı İtalya’ya çevirdi. Sahte bir pasaportla Roma’ya gitti. İtalya, Türkiye’den feci baskı yedi. Hatta döneme şahit olanlar hatırlar, o yıllarda Türkiye’de İtalyan ürünlerine karşı tamamen halkın başlattığı boykotlar başladı. İtalya önce tehditlere aldırış etmemeye çalıştı ama bir taraftan da başına aldığı belanın farkına vardı. Kuyruğu dik tutup Türkiye’ye de teslim etmek istemiyordu. Önce Almanya ile irtibata geçti, onların almasını teklif etti. Almanya: “Benim ülkemde üç milyon Türk var, ülkeyi başıma mı yıktıracaksın” diye reddetti. En son Yunan istihbaratı gayriresmi olarak İtalya’dan alıp Kenya’ya götürdü. Yunan büyükelçisi ile Yunan hükümeti arasında büyük sürtüşmeler yaşandı. Elçi, Öcalan’ı bırakmak istemiyordu, hükümet ise bırakın diye emir veriyordu. Türkiye’nin verdiği mesaj belliydi: “Bu konuda kararlıyız ve bedel ödemeye hazırız”. Yunanistan bile olsan bunu göze alamazsın. Büyükelçi gene de direnmeye çalıştı, en son Yunan İstihbaratının başındaki kişi devreye girdi, adamlarını Kenya’ya yolladı. Durumun ciddiyetini anlayan Büyükelçi, Öcalan’a gidip “istediğin yere gidebilirsin zaten Hollanda seni kabul ediyormuş” deyince Hollanda’ya uçmak için havaalanına giden Öcalan’ı Türk ordusundaki özel askerler tek kurşun atmadan yakalayıp Türkiye’ye getirdiler.
Şimdi hikayeci tarihten, öğretici tarihe geçelim: yukarda son derece kısa bir şekilde anlatmaya çalıştığım olaylar silsilesinde ordunun, istihbarat teşkilatının, e tabii dönemin hükümetinin hatta halkın büyük kararlılığı, azmi ve başarısı var. Çok değil, 25 sene önce Türkiye’nin, özellikle çevresindeki ülkelere karşı yaptırım gücünün hangi boyutlarda olduğunu görebiliyoruz. O yıllarda hükümetin başında birilerinin dalga geçtiği, milliyetçilik dersi verdiği, kendisinin ise: “Biz milliyetçiliği sokak duvarlarına değil; Kıbrıs’ın topraklarına, Ege’nin deniz yataklarına yazmışız. Biz milliyetçiliği Batı Anadolu’nun haşhaş tarlasına yazmışız” şeklinde kontra-atak yaptığı kişi var, Bülent Ecevit. (Buraya parantez açayım istedim: Ecevit’in bahsettiği “haşhaş tarlası” olayı da, Amerika 1970’lerde Türkiye’de haşhaş ekiminin yasaklanmasını istemiş, bu istek kabul görmüş, Ecevit liderliğinde CHP iktidara gelince bu yasağı kaldırmış, sonrasında da Amerika, Türkiye’ye ambargo uygulamış. Bazen: “Kıbrıs yüzünden Amerika bize ambargo uyguladı” gibi laflar eden oluyor, hayır ambargonun nedeni tamamen haşhaştır.)
Öcalan yakalanınca Bülent Ecevit’in şöyle bir açıklaması var: “Değerli gazeteciler, sizlere ve aziz yurttaşlarımıza bir haberim var. Bu sabaha karşı saat 03.00’ten itibaren bölücü terör örgütü PKK’nın başı Abdullah Öcalan Türkiye’dedir. Dünyanın neresinde olursa olsun devletimizin onu ele geçireceğini söylemiştik. Bu devlet sözü yerine getirildi. Şehit analarına verilen söz yerine getirildi. Bütün dünyadan dışlanan Abdullah Öcalan sonunda kendini Türkiye’nin kucağında buldu. Yaptıklarının ve yaptırdıklarının hesabını bağımsız Türk adaletine verecektir. Bölücü terörle bir yere varılamayacağını, devletimizle baş edilemeyeceğini artık herkes anlamalıdır. Öcalan kendisi dahil hiç kimsenin canı incitilmeden yakalandı. 12 gündür değişik kıtalarda, ülkelerde sürdürdüğümüz yoğun ve sessiz bir izleme sonucunda yakalandı. Türkiye’de bu operasyonu bilen sadece 10 yetkili vardı. Hiçbir haber sızmadı. En küçük bir sızma olsa operasyon sonuç veremezdi. Bu operasyon Genelkurmayımızla MİT’in tam bir uyum içinde çalışmaları sayesinde başarıldı. Kendilerine tebriklerimi ve şükranlarımı sunuyorum. Güç bir iş başarıldı. Bundan sonrası bağımsız yargının yetki alanındadır.”

Nereden nereye… Bir zamanlar kendisini ele geçirmek için gerekirse savaşmayı göze alan bir ülkenin, en onurlu, en ahlaklı, en namuslu olunması gereken yerinde yani Meclis’inde coşkulu tezahüratlar eşliğinde ismi zikrediliyor. Bu utanç da bize yeter…
Bunu yapan, destek veren, göz yuman, ses çıkarmayan, dile getirmeyen herkesi Allah’a havale ediyorum.
İyi Pazarlar
1 Comment