MUTLU OL! BU BİR EMİRDİR

RTÜK Başkanı, kişisel Twitter hesabından şöyle bir yazı yayınlamış:

Linke tıklamak istemeyenler için yazdığı metni buraya kopyalıyorum:

Kamuoyuna duyurulur!

Üst Kurulumuzun İzleme ve Değerlendirme Uzmanları tarafından yapılan analizler sonucunda; sokak röportajları adı altında bazı yayınların sistematik biçimde ve röportajı yapan kişinin bilinçli yönlendirme çabaları ile  “her şeyin kötüye gittiği” yönünde algı oluşturma çalışmalarında son zamanlarda artış olduğu tespit edilmiştir.

Belirli kesimlerin duygularını istismar eden, halkın umut duygusunu zedeleyen bu yayınlar; medya etiğine, ifade özgürlüğünün sınırlarına ve kamu yararına aykırıdır.

Eleştiri elbette demokrasinin vazgeçilmez unsurudur; ancak yapıcı eleştiriler ile toplumun moralini ve geleceğe inancını yok etmeyi amaçlayan sistematik karamsarlık dili aynı şey değildir.

RTÜK olarak daha önce de açıkça uyardığımız bu tür yayınların, toplumda umutsuzluk ve ayrışma oluşturmasına asla izin vermeyeceğiz.

Kamuoyunu kasıtlı biçimde yönlendiren, halkı karamsarlığa sürükleyen içeriklere müsamaha gösterilmeyeceğini bir kez daha vurguluyor, benzeri yayınlarla ilgili tüm yasal yetkileri sonuna kadar kullanacağımızı önemle hatırlatıyoruz.

………………………………………………………………………………………………………….

“Türkiye neden bu halde?” sorusunun en çarpıcı hali bu paylaşımdır. Böylesi bir bildiri, devletin kurumsal sayfasından önce o kurumun başkanının kişisel sosyal medya hesabından duyurulamaz! Devlet dili, uzun zamandır kurumlardan değil, kişilerden çıkıyor. Oysa kurumlar, bireylerin faniliğine karşı kalıcılığın teminatıdır. Bir başkan gelir, gider, diğeri gelir ama kurum, sürekliliğin adıdır. Bugün Türkiye’nin içine düştüğü çürümenin kökü tam da burada yatıyor: kurumlardan çok kişilerin konuştuğu, prensiplerden çok niyetlerin belirleyici olduğu bir düzende yaşıyoruz. Herkes kendisini devletin yerine koyuyor. Herkes, bir üst akıl sanrısıyla konuşuyor. Sonuçta devlet, bir ortak akıl olmaktan çıkıp kişisel sahneye dönüşüyor. Kurum kültürü, bir toplumun vicdan hafızasıdır. Kurumlar çöktüğünde hafıza da çöker çünkü kişisel hırslar, kurumsal sorumluluğun yerine geçer.

Gelelim metne… Sözde kamuoyunu bilgilendiren bir duyuru, gerçekte bir duygusal denetim bildirgesine dönüşmüş durumda. Dilin alt katmanlarında “moral polisliği” yatıyor. Devlet, yalnız davranışları değil, duyguları da denetlemek istiyor. Bir defa Başkan’ın kendisi ya da o yazıyı kaleme alan her kim ise, biraz felsefeden anlasa, biraz Türkçe bilgisi olsa: “Her şey kötüye gidiyor demeyin, halkın moralini bozuyorsunuz” düşüncesinin aslında durumun ne kadar da kötü olduğunu açıkça itiraf ettiğini anlardı. Zira gerçekten iyi giden bir ülkede kimse “moral”in bozulmasından korkmaz. Bu, yalnız bir iletişim gafı değil aynı zamanda “hakikatin itirafı”dır: “Evet, durum berbat ama siz gene de bunu dile getirmeyin.”

Paylaşımı okuyunca her fırsatta atıf yaptığım Orwell’in 1984’ü geldi aklıma. Orada “Sevgi Bakanlığı” vardı ve herkesin mutlu olması zorunluydu. Mutsuzluk, yönetime karşı bir isyan olarak görülüyordu. Bizim farkımız şu: Orwell bunu distopya olarak yazmıştı bizse gerçeğini yaşıyoruz. Devlet, yurttaşına “moralini bozma”, “mutlu ol” diye emir veriyor.

Ama moral, aç karına tutmaz. 2003 yılında bir asgari ücretli maaşıyla on beş çeyrek altın alabiliyorken, hadi o kadar uzağa gitmeyelim; daha bu sene başında asgari ücret maaşıyla 4 altın alınırken bugün sadece iki çeyrek altın alınabiliyorsa hangi moralden söz ediyoruz? “Moralinizi bozmayın” diyenler, halkın cebindeki eksiliği, hayat pahalılığını, kirayı, faturayı, sofradaki boşluğu unutturabileceğini sanıyor. Ama insanlar artık fiyat etiketlerinden öğreniyor hakikati, televizyonlardan değil. İstiyorlar ki her medya organı yandaş olsun, aşağıdaki karikatürdeki gibi davransın.

Peki ya güvenlik? Kadınlar, eski eşleri ya da sevgilileri tarafından sokak ortasında öldürülürken, azılı suçlular cezaevi koridorlarında “rehabilite” edilirken, tacizciler aklanırken, doktorlar şiddete uğrarken, atanamayan öğretmenler intihar ederken, on binlerce şehitin ölüm emrini vermiş, yüz binlerce ailenin ocağına ateş düşürmüş bir adamın affedilme çalışmaları gündemdeyken bu beyefendi hangi moralden bahsediyor?  

Bir de gençler… Bu ülkenin en parlak zihinleri, bavuluna tek yön bilet koyup başka ülkelerde yeniden doğmaya çalışıyor. “Yurtdışına gitmek” artık bir hayal değil, bir hayatta kalma stratejisi. Bu gidiş, sessiz bir göç değil toplumsal bir çığlıktır. Çünkü gençler, artık “umut” yerine “gerçeklik” arıyor.

Karamsarlık ne zaman suç oldu? Hangi yasada karamsarlık bir suç maddesi olarak geçiyor? Burada yapılmak istenen şey, halkın değil “hikaye”nin moralini korumak. Çünkü hikaye bozulursa, anlatı çöker. “Her şey iyiye gidiyor” anlatısı sürdükçe, sistem kendi varlığını koruyabiliyor. Bu nedenle, gerçeği değil morali korumak bir tür devlet politikası haline geliyor. Bir de şerh düşmüş: “Tüm yasal yetkileri kullanacağımızı” diye. Ne davası açacaksınız?

Hakim: Sen çok mutlu değilmişsin galiba

Sanık: Değilim sayın hakim

Hakim: Yaz kızım! Sanığın karamsar olmasından dolayı 3 yıl hapsine…

Dalgasını geçiyoruz ama sanki bir simülasyon içindeyiz ve mizah sandığımız her şey gerçek oluyor. Baksana adam “demokrasi” demiş sonra da ona tamamen subjektif bir “sınır” çizmiş. “Algı oluşturma çalışmaları” diyor. Algı oluşturma, tamamen öznel bir yargı. Hangisi algı oluşturmadır, hangisi gerçek eleştiridir? Bunun tespitini nasıl yapacaksın? Belli ki demokrasiyi kafana göre eğip bükeceksin. Zaten bazı kelimeler, kavramlar bazı ağızlarda fazlasıyla eğreti duruyor.

 

Madem amaç toplumun moralini korumak, o zaman bunu kandırarak değil doğruları anlatarak yapabilirsiniz. Devletin görevi, vatandaşına “mutlu ol” buyruğu değil, onun mutlu olabileceği koşulları yaratmaktır. Bugün Türkiye’nin “iyi hissedilme”ye ihtiyacı yok, “iyi olunma”ya ihtiyacı var. Moral dediğimiz kavram genel geçer bir ruh hali değil bir sonuçtur: adaletin, refahın, güvenin sonucu.

Not: Yazının başlığı Sinan Çetin’in yönettiği kısa filmin adıyla aynı. Atatürk döneminde, kısa bir süre de olsa Alaturka müziğinin yasaklanmasına dair eleştiriyi konu alıyor. 

Sinan Çetin bu filmi çekerken tamamen “sanat hassasiyeti”yle mi yaklaştı yoksa trend mi etkiledi bilmiyorum. Yasaklama kararı nasıl alınmıştır, tamamen Atatürk’ün inisiyatifinde midir, net bir bilgim yok. Ama kararı almış olan Atatürk olsa bile eleştirmeyeceğim anlamına gelmez. Zaten hatalı olduğunun farkına varmışlar ki kısa süre içinde yasağı kaldırmışlar. Devlet, konu ne olursa olsun vatandaşına özellikle öznel konularda herhangi bir şeyi dayatamaz.

İyi Pazarlar

1 Comment

Yorum bırakın