ANAMNESİS ve TABULA RASA

Platon, Sokrates’ten de etkilenerek binlerce yıl önce şöyle bir cümle kurdu: “Öğrenme diye bir şey yoktur sadece hatırlama vardır.” Adam aslında şunu söylüyordu: bilgi zaten ruhunun derinliklerinde bir yerlerde duruyor, yapman gereken üstündeki tozu silmek. Sen doğmadan önce her şeyi biliyordun, dünyaya gelince unuttun. Herhangi bir soruya cevap verirken aslında hatırlıyorsun. Buna “anamnesis” deniyor yani “hatırlama sanatı”. (Tıpta hastanın hastalığını teşhis etmek veya durumunu anlamak için onunla konuşarak sorular sormak ve bilgi toplamak anlamına gelen “anamnez”in de asıl hali budur)

Bir de John Locke vardı, tam tersini söylüyordu: “İnsan zihni doğuştan boş bir levha (tabula rasa) gibidir”. Yani sen doğduğunda hiçbir şey bilmiyorsun, kafan bom boş. Hayat seni yazar, deneyimler, şekillendirir. 

“Bilgi felsefesi”nin konusu olan bu iki kavramı başka bir şekilde ele alacağım. 

Anamnesis, kişinin belleğinde taşıdığı tortudur; çocukluğundan, geçmiş ilişkilerinden, hayal kırıklıklarından, travmalardan ya da öğrendiklerinden getirdiği görünmez bir bagaj. Bazen o kadar eski ve derindir ki, insan neden öyle tepki verdiğini bile bilmez. Bir gölge gibi, fark etmeden davranışın içine sızar. Tabula rasa bunun tersidir: geçmişin yükü olmadan, o ana, o olaya, o kişiye özgü, taze ve duru bir tepki…

Anamnesis, insanın belleğinden daha fazlasıdır. Kişinin hayata verdiği refleksleri şekillendiren görünmez bir müfredattır. Çocuklukta duyduğu bir ses, gençlikte yediği bir tokat, bir sevgilinin ihaneti, bir dostun nankörlüğü… Hepsi oradadır. O yığın, yıllar sonra bile hayatına yön verebilir. Tepkileri “o an’a” değil, o ana taşıdığı “geçmiş”edir.

Tabula rasa ise bunun tam karşısında durur. İnsan bazen gerçekten de dünün çiziklerini bugünün yüzüne taşımadan yaşar. Bir olay olur ve o olayı, sadece o olay kadar yaşar. Trafikte biri yanlışlıkla sinyal vermeden önümüze kırdı diyelim; ani bir fren yapar, kısa bir öfke duyar, sonra da geçer gideriz. Çünkü tepki, geçmişle değil, yalnızca o anın etkisiyle verilmiştir. Ne fazla, ne eksik.

İnsan ilişkilerinde yaşadığımız pek çok hayal kırıklığı, davranışları anlamlandırma çabası esasında bu iki katmanın karışımından oluşur. İnsanları anlamaya çalışırken bu iki bakış açısını ayırt etmezsen, hayatın sana yapacağı her kötülüğü kişisel algılar, içten içe yanarsın. Bir düşün: Sevdiğin seni aldatmış. Aklına ilk gelen cümleler: “Ben yeterli değilmişim”, “Ben çekici değilmişim”, “Ben onu mutlu edememişim.” Ama dur bir dakika. Bu insan senin yerinde başka biri olsaydı da aynı şeyi yapacak mıydı? Eğer cevap “evet”se, o zaman bu aldatma olayının seninle ne alakası var? Bazı insanlar hercaidir, hovardadır. Bu onların karakteridir, özleridir, neredeyse ontolojik durumlarıdır. Sen olmasaydın bile o adam/kadın bir başkasını aldatacaktı. O anda hayatında sen vardın, o kadar. Yani olay kişisel değil aslında. Sen sadece fırsattın, tetikleyiciydin, uygun zemin oldun. Ama nedenin özü değildin. İşte burada Platon haklı çıkıyor: O insanın içinde o eğilim zaten vardı, açığa çıkması için bir fırsat bekliyordu…

Bir işte çalışıyorsun, ne yaparsan yap yöneticinle yıldızın barışmıyor. “Yetersiz miyim”, “bir şey mi yaptım” diye kendini sorguluyorsun, belki işten ayrılmayı bile düşünüyorsun ama sonra anlıyorsun ki yöneticin aslında kadın personellere önyargıyla yaklaşan birisi. Yani mesele sen değildin, onun kadınlara bakışıydı. Sen sadece o gün masada oturan kadındın.

İngiliz yazar Somerset Maugham’ın sevdiğim bir sözü vardır: “İnsan bazen aç olduğu için değil, hırsız olduğu için çalar”. Ne demek istiyor, bazı davranışlar karakterin ta kendisidir. Haberlerde denk geliyoruz, o “zavallı” dediğimiz, acıdığımız dilencilerin ceplerinden, evlerinden deste deste para çıkıyor. Onlar için dilencilik artık bir hayat tarzı, neredeyse bir kimlik olmuş. Yeri gelmişken parti adı vermeden, isteyenin istediği herhangi bir partiye uyarlayabileceği politik bir fıkra anlatayım. Siyasetçinin biri Karadeniz’e gitmiş, partisinin propagandasını yapıyor, vatandaşla konuşuyor. Halkın arasından görmüş geçirmiş biri o siyasetçiye sormuş: “Uşağım sizin partililer içki içer mi?” Siyasetçi: “Haşa, biz Müslümanız, ağzımıza içki koymayız”. “Sizin partililer sigara içer mi?”. Cevap: “Asla”. “Sizin partililer kumar oynar mı?” Cevap: “Günahtır, katiyen oynamaz”. “Peki hovardalık var mı?” Cevap: “Olur mu öyle şey, namahreme bakılmaz” deyince amcamız sinirlenmiş: “Uşağım, madem hiç masrafınız yok, o zaman niye çalıyorsunuz” demiş 🙂 

Tabii burada dikkat etmemiz gereken bir şey var: Her olumsuz davranış karakterolojik değildir. Kimi zaman bir insan gerçekten bize karşı, tam da bizim yüzümüzden bir şey yapar. Ama işte ayırt etmemiz gereken nokta burası: Bazı davranışlar durumsal ve reaktiftir; o an, o koşulda, bize karşı yapılır. Bazı davranışlar ise karakterolojik ve kroniktir; o insan kim olursa olsun, hangi durumda olursa olsun aynı şeyi yapar. Bir insanın sana karşı olumsuz tavrını gördüğünde şunu soracaksın: “Bu insan bunu bana mı yapıyor, yoksa bu onun kim olduğunun bir parçası mı?” Eğer ikincisiyse kişiselleştirme. Kendini sorgulamayı bırak. O insanın kapasitesi bu kadar, senin bir eksiğin yok. Eğer birincisiyse yani o davranış gerçekten sana özel, durumsal bir tepkiyse o zaman evet, burada bir şeyler var demektir. Belki sınır koymalısın, belki kendin değişmelisin, belki o ilişkiyi/diyalogu bitirmelisin.

İşte o zaman hayat biraz daha çekilebilir olur. Çünkü artık her acıyı kimliğine kazımıyorsun, her ihaneti kendi değersizliğine çevirmiyorsun, her hayal kırıklığını özünle ilişkilendirmiyorsun. Sadece şunu diyorsun: “Bu benim hikayem değildi, ben sadece oradaydım.” Bu seni hem daha hafif, hem de daha özgür kılar. Çünkü artık başkalarının karanlığını değil sadece kendininkini taşıyorsun. Ve bu bile yeterince ağır zaten…

İyi Pazarlar

1 Comment

Yorum bırakın