Cinsiyet ayrımı iki şekilde yapılıyor: Biyolojik cinsiyet ve Toplumsal cinsiyet. Biyolojik cinsiyet malum. Toplumsal cinsiyet ise içinde yaşanılan toplumun kadın ve erkeğe yüklediği çeşitli anlamlardan oluşuyor. “Erkek dediğin …..”, “kadın dediğin ….” girizgahlarıyla başlayan, yemek tarifi verir gibi bir miktar şöyle olmalı, böyle olmalı diye devam eden anlamsız listeler bütünü. Her ne kadar toplumsal cinsiyetin içinde yer alıyormuş gibi görünse de geniş bir düzlemden bakıldığında son derece farklı olduğuna inandığım üçüncü bir ayrım daha olmalı. O da “dildeki cinsiyet”. Mesela Arapça ve Fransızca gibi dillerde bütün varlıklar ya erildir ya da dişil. Bunun yanında kimi dillerde bazı kavramlar cinsiyet belirtir biçimde bulunur. İngilizcede Tanrıya seslenme ifadesi sanki soylu bir erkeğe hitap ediyormuşcasına: “My lord” şeklindedir. Bizdeki çocukken “Allah baba”, büyüyünce “devlet baba” olarak kullanılan ifade gibi. Aynı şekilde “toprak ana”. Tabii burada “toplumsal cinsiyet”in etkisi büyük. Mesafeli, disiplinli ama koruması, kollaması gereken bir “baba” anlayışı ve sürekli yanımızda olan, üreten, doğuran, bağışlayan bir “ana”. Türkçe konuşan, Türkçe düşünen insanların ikiyüzlülüklerinden biri de bu: “kadın”ın değeri yok ama “anne” kutsal. Hayır feminist söylev üzerinden gitmiyorum, gerçekten Türkçe kavramları, ifadeleri şöyle bir düşünün, olumlu şeyler “erkek/adam” için kullanılırken, aşağılayıcı, olumsuz söylemler “kız/kadın” üzerinden anlam kazanmış. Hayatla barışık, eğlenmesini, keyif almasını bilen, sıkıntılar karşısında mukavemet gösteren insanın sözlükteki karşılığı “hayat adamı”. Peki “hayat kadını”? “Adam gibi olmak/davranmak”, “adamı olmak”, “adama benzemek”, “adam akıllı”, “iş adamı”, “bilimadamı” v.s hepsi de olumlu ifadeler. Şimdi biri çıkıp da: “adam kelimesi aslında insan manasındadır ve herhangi bir cinsiyet belirtmez” diyebilir. Etimolojik kökeni öyle olsa bile dilde yer alış şeklinin “insan” ile hiçbir alakası yok. Herhangi bir kadına kuaförden çıktıktan ya da kendisine bakım yaptıktan sonra “hah şöyle, saçlarını kestirince/makyaj yapınca adama dönmüşsün” denildiğini duydunuz mu? Ayrıca madem asıl manası “insan”dı, bıraksaydınız da öyle kalsaydı, niye “adam(insan) = erkek” şekline getirdiniz ve hemen sahiplendiniz? Bir de “kadın/kız” kullanımlarının sakilliğine bakalım: bir defa kadın-kız ayrımının çoğu zihinde seksist bir tarafı var. Bakire olan “kız”, bekaretini kaybetmiş olan “kadın”. Sadece bize de has değil, tüm dünya sözleşmiş gibi aynı düşkün bakışın esiri olmuş. İşte ülkenin protokolde birinci sırasında bulunan kişinin “kız mıdır, kadın mıdır bilemem” sözleri gibi. Arabasını bakımdan, boyadan ya da yıkamadan çıkartan bir gerzeğin “kız gibi araba” demesi gibi.
Toplumsal cinsiyet içinde yer alabilecek ama bana göre farklı bir başlıkta incelenmeyi hak eden dördüncü bir ayrım daha var: çalışma hayatındaki cinsiyet. Gene bana göre bunun basit bir şekilde tanımı şöyle: “Terfi alan erkektir, yerinde sayan kadındır”.

“Cam Tavan Sendromu” diye Psikoloji’de yer alan bir fenomen var. Özellikle kadın personelin hak ettiği halde karar verici pozisyonlara gelememesi ile ilişkilendirilen bu bakışa göre insanlar iş hayatında bazı noktalara geldikten sonra gizli ve yapay engellerden dolayı terfi alamıyor. Bu yüzden de pek çok şirket hatta devlet üst düzey mevkilere bir “kadın”ı getirmeyi uygun görmez. Bugün 200’den fazla ülkede Başbakan ya da Cumhurbaşkanı olan kadın sayısının bir insan eli kadar olması, her ne kadar birkaç farklı örnek olsa da çoğu uluslararası firmanın CEO, yönetim kurulu başkanlığı gibi tepe noktasında kadın çalışan bulunmaması bu sendromun tüm dünyada geçerli olduğunu gösteriyor. Hadi geçmişi, Selçukluyu, Osmanlıyı bir tarafa koyalım, koskoca 100 senelik Türkiye Cumhuriyeti tarihinde sadece bir defa o da 2-3 seneliğine bir kadın Başbakan olması gerçekten utanç verici. E ne oldu, onca Cumhurbaşkanı, Başbakan erkekti de ülke daha mı güçlü, daha mı yaşanılır oldu? Bir erkeğin, bir kadından emir alması ne kadar da aşağılayıcı geliyor kulağa değil mi 🙂
Williamina Fleming isminde bizlerin pek bilmediği ama Amerika’da ve astronomiye gönül verenlerin yakından tanıdığı İskoç bir kadın 20 yaşında evleniyor. Bir sene sonra bir çocuk doğuruyor ve eşiyle beraber Amerika’ya yerleşmeye karar veriyorlar. Kısa bir süre sonra da kocası evi terk ediyor, oğlu ile yalnız kalıyorlar. Çocuğunu büyütmek için evlere temizliğe giden Fleming’in gittiği evlerden biri de Harvard Rasathanesi’nin müdürü Profesör Edward Charles Pickering. Özellikle profesörün eşi, Fleming’i çok seviyor, kızı gibi davranıyor. Fleming fırsat buldukça evdeki astronomiyle alakalı eserleri okuyor.

Derken bir gün Profesör, rasathanede çalışan erkeklerin gayriciddi tavırlarından, mızmızlanmalarından rahatsızlık duyuyor: “sizin yerinize evime temizliğe gelen İskoç kızı getirsem daha iyi iş yapar” diyor ve gerçekten de Fleming’i rasathaneye alıyor. Sonra ne mi oluyor, Williamina Fleming yüzlerce değişken yıldız ve bulutsu keşfi yapıyor. Horsehead Nebula yani Atbaşı Bulutsusu keşfi ise onun dünyaca tanınmasına vesile oluyor. Birçok önemli kurum ve kuruluştan ödüller alan, Ay’daki kraterlerden birine ismini veren Fleming, 1893 yılında ödül aldığında şöyle bir konuşma yapar: “Özellikle akademik çevrede kadınlara yönelik kısıtlamalar yapılıyor. Eğer bu cinsiyetçilik ortadan kalkıp fırsat eşitliği sağlanırsa hem toplum hem bilim için çok büyük gelişmeler sağlanacaktır”. Gülsem mi, ağlasam mı bilemiyorum. 130 sene önce dünyanın bir ucunda söylenmiş söz ve bugün aynı sorunlar, engellemeler, tutumlar devam ediyor.

Ben Cam Tavan Sendromu’nu sadece kadınlar yönünden değerlendirip örneklemek istedim ama bu durum sadece kadınlar için değil, kimi zaman görünmeyen sebeplerden dolayı erkekler için de geçerli oluyor. Burada da “eşitlik” değil de “adalet” kavramı devreye giriyor. Demek ki evde, işte, sokakta her yerde bize lazım olan şey “adalet”.
“Adale”lilerin değil “adalet”lilerin yönettiği bir dünyayı görmek dileğiyle…
Sevgilerle..
Türk kadınının toplumdaki hak edilen yerini bulması, dünyanın birçok ülkesinde kendini kanıtlamış kadınlarımiz sayesinde olacaktır. Atatürk’ün başlattığı devrimleri de inkar eder bir şekilde, İstanbul sözleşmesinden çıkmak, Türk kadın hakları için çok büyük kayıptır ve anlaşmaya bu ismi verenler için daha büyük bir ayıptır…
BeğenLiked by 1 kişi