Asırlar boyunca “sanat”, “mimetik” yani “taklit” olarak tanımlandı. Doğada var olan “şey”lerin dil (edebiyat), görsel (resim), dil ve görsel (tiyatro) yoluyla taklit edilerek anlatılması. Rene Magritte’in, üzerine kitaplar yazdıran şu meşhur tablosu bana göre resim sanatının mimetik olduğunu çarpıcı bir şekilde gösterir.

Tablonun içinde yer alan “bu bir pipo değildir” ifadesi “bu bir pipo (hakikat) değil, piponun (gerçeğin) resmidir (taklidi)” anlamına gelmektedir. Benzer şekilde realizm akımının kurucusu olarak bilinen Gustave Courbet: “Ben hiç melek görmedim, gösterin çizeyim” demiştir.
“Var” olanın, olduğu gibi resmedilmesinden çok da haz duymuyorum. Arka planında bir kompozisyon, anlatı, öğreti, hikaye ya da “dert” barındırmayan tablolar ilgimi çekmiyor. Üzerinde düşünebileceğim, belki kışkırtıcı resimler daha cazip geliyor.

Üstteki tablo Joseph-Désiré Court’a ait Nuh Tufanı’na ait bir eser. Esasında tabloya dair bilgiler çok kısıtlı. Yurtiçi ve yurtdışı kaynaklara baktığımda benzer anlatılar olsa da bilgiler çok tatmin etmedi. Genel olarak söylenilen şu: “Rönesans ve Reform öncesi Avrupa devletlerinin durumunu anlatan tabloda, eşi ve çocuğu ölümle burun buruna gelen bir adamın öncelikle yaşlı bir din adamını kurtarması anlatılıyor. Yaşlı adam geçmişi, kadın bugünü, çocuk da geleceği temsil ediyor”. Ressam neyi anlatmak istedi bilmiyorum. Ben kendi bakış açıma göre değerlendirmek istiyorum. Öncelikle yaşlı adamın kim olduğuna dair bir kesinlik yok. Belki adamın babası, belki söylenilen gibi din adamı veya kanaat önderi. Her ne kadar tutunduğu bir dal olsa da çok yorgun, bitkin, çaresiz ve en önemlisi çocuğu için kaygılı bir kadın resmedilmiş. Tabloya göre en zor durumda olan yaşlı adam gibi görünüyor ama bence çocuk daha zor durumda, çünkü hayatta kalma ihtimali kendisinden çok annesinin dayanma gücü ile alakalı. Yani “gelecek”, “bugün”ün gücü ve sabrıyla şekilleniyor. “Geçmiş” olmadan “bugün”ü anlayıp “geleceği” inşa etmek tabii ki mümkün değil. Belki de ressam bunu anlatmak istedi, bilmiyorum. Ya da “başka eş bulunur, yeni çocuk yapılır ama anne ve baba bir daha bulunmaz” gibi gelenekçi bir anlatım da yapılmış olabilir. Her ne olursa olsun bana göre “geçmiş” için “gelecek”i riske atmanın akilane bir tarafı yok. Zaten bunun adına “tutuculuk” diyoruz.
Tabloya baktığımda ilk gördüğüm şey: çocuğu (geleceği) kurtarmak nasıl da kolay! Ufak bir el hareketiyle, çok da efor sarf etmeden… Aslında gerçek hayatta da aynı durum söz konusu. Köklü değişikliklere, şiddetli eylemlere, yoğun mücadeleye gerek kalmadan geleceği oluşturmak mümkün. Tabii bizim gibi talihsiz coğrafyalar bu basitlikten mahrum. Tırnaklarını kazıya kazıya -belki ve şanslıysan- orta standartlara gelebiliyorsun. Dünyanın en trajikomik eylemlerinden biri olan “ağaçlar kesilmesin”e tanıklık ediyorsun.
Geçtiğimiz hafta haber sitelerinde şöyle bir haber yer aldı: Yaklaşık 10 sene önce Hatay’da beden eğitimi öğretmeni olan Murat Sağıroğlu isminde biri, aralarında 11 yaşında bir çocuğun da bulunduğu 10 öğrencisine tecavüz etmiş (haber siteleri “istismar” yazmış ama kelimeleri yumuşatmanın ne anlamı var. Tecavüz yerine istismar kullanınca daha hafif bir algı oluşturulacak zannediliyor herhalde. Bence istismar durumlarını bile tecavüz olarak değiştirmek, yargılamayı da o suçun kapsamında vermek gerekiyor) Yetmemiş o çocukları başka öğretmen arkadaşlarına pazarlamış. Çocuklardan biri hamile kalmış, adam bir tanıdık doktor bulmuş, kürtaj yaptırtmış. Sonrasında şikayet edilmiş, yargılama süreci başlamış. Karar öncesi tahliye edilmiş ve kayıplara karışmış. Sonrasında muhteşem hukuk sistemimiz adama 158 yıl hapis cezası vermiş ama adam ortada yok. Ailesi de Hatay’da yaşanılan depremi fırsat bilmiş ve çocuklarının depremden dolayı kayıp olduğunu söyleyip “depremde öldü” diye beyanda bulunmuş. Ne güzel ülke değil mi! “Ağaçlar kesilmesin” diyenleri içeri at, hükümeti eleştirenleri içeri at ama konu çocuklara tecavüz edenlere gelince salıver gitsin. Normal bir ülkede tecavüz edenler de, hakim de, savcı da, kararla alakası olan kamu görevlileri de, ufacık çocuğa kürtaj yapan doktor da gün ışığı göremez, görmemeli de zaten. Biz muhteşem ve kıskanılan bir ülke olduğumuz için tabii ki normal ülkelerdeki gibi işleyen bir hukuk sistemine tabi olmayacağız.
Dönemin Adalet Bakanı Sadullah Ergin de Hataylıydı. Olayla ilgisi var mıdır bilmiyorum ama sinek küçük… Yalnız eğer ki ufak da olsa etkisi varsa o çocukların yaşadıklarının vebali son seçimde Ankara’da CHP’ye oy verip Sadullah Ergin’i Meclis’e sokan seçmeni de bağlar, hatta genel olarak bütün CHP seçmenini de bağlar. İstemeden de olsa nelere sebep olabiliyor, nelere ortak oluyoruz. Ne büyük azap. Bu siyasetin Allah belasını versin… “Bugünü kurtaracağız” diye diye “gelecek”i mahvediyoruz.
İyi Pazarlar..
Elif, maalesef ulkemizdeki kanayan yara; cocuklarin ve kadinlarin guvenli bir hayat surdurmesi. Bu akil yoksunu adamlarin yonetiminde daha neler gorecegiz cok aci bir gercek. Ne yaziktir, Insanlarimizin hak ettigi insanca bir duzen yakin bir gelecekte mumkun olmayacak. Iyi haftalar dilerim. Aydin Erturk
Sent from my T-Mobile 5G Device Get Outlook for Androidhttps://aka.ms/AAb9ysg ________________________________
BeğenBeğen