İNSAN…

Dünya dillerinin birbiriyle kelime alış-verişinde bulunması gayet olağan ama “deyim”, “atasözü” gibi anlatımların geçişgenliği çok da rastlanılan bir durum değil. Bunun bazı istisnaları var: mesela yeni nesilden sıklıkla duyduğumuz “boş yapma” deyimi çok uzun yıllar önce Türkçeden, İngilizceye aynı anlamda ve aynı kelime ile “don’t talk so bosh” şeklinde geçmiş.

Geçtiğimiz hafta Kadın Voleybol Takımımızın Avrupa Şampiyonluğunu kazanması “içimizdeki hainler” dışında herkese büyük bir gurur ve mutluluk yaşattı. Herhangi bir branşta, hele ki takım sporlarında en üst seviyede olmak muazzam bir başarıdır. Bu yüzden başta sporcular olmak üzere, teknik heyete ve emeği geçen herkese tebrik ve teşekkürlerimi sunuyorum.

Voleybol takımının en gözde sporcularından Ebrar Karakurt, geçtiğimiz yıllarda cinsel tercihini açıkladığı için bir kesim tarafından yoğun biçimde eleştirildi, öyle ki; bu tepkilerini takımın tamamı üzerinden genelleyip voleybol takımına düşman oldular. “Aile birliğimizi bozuyorlar” diyenler, rakibimiz olan Sırbistan’ı destekleyenler, şampiyonluktan utandığını belirtenler derken işler saçmasapan noktaya vardı. Roland Barthes: “Faşizm, konuşma yasağı değil, söyleme mecburiyetidir” derken çok doğru bir noktaya temas ediyordu. Dünyanın her yerinde “hakim güç”, “aykırı” gibi görünen durumları “itiraf” ettirmeye çalışır. Çünkü “itiraf etme”nin arka planında “suç”, “ayıp” gibi normlar vardır. Bu yüzden dünyanın pek çok yerinde farklı cinsel eğilim, farklı mezhep, farklı ve azınlıktaki siyasi görüş içinde bulunanlar ya bunu “tamamen” saklarlar ya da sürekli o kimliklerine atıf yaparlar. Bu davranış eskiden çok daha katıyken, şimdilerde biraz daha esnedi. Mesela birçok Alevi arkadaşımdan şu sözleri duydum: “Annem ve babam okula giderken ‘sakın Alevi olduğumuzu arkadaşlarına söyleme’ diye uyarırdı”. Şimdilerde pek çoğu hele ki yeni nesil asla bunu saklamıyor, iyi de oluyor. Her neyse konuyu dağıtmayayım, voleybolcu Ebrar’a kullanıcı adı “Abdülhamit” olan biri sosyal medya üzerinden hakaretler savurunca Ebrar da cevaben “boş yapma Abdülhamit” demiş.

Ne kadar “mağrur” olsalar da “mağdur”luk fırsatını hiçbir zaman kaçırmayan güruh, Ebrar’ın “boş yapma Abdülhamit” sözünü İkinci Abdülhamit’e tahvil ederek “atamıza saygısızlık yapılıyor” diye veryansına başlamışlar. Bu artık “geri zekalılık” falan değil; saf kötülük, hatta insanların arasına nifak sokmak yani düpedüz münafıklık. Bununla da yetinmeyip kötülükte organize olup Mustafa Kemal ismiyle anlamsız bir twit atmışlar, ardından da “boş yapma Abdülhamit”e cevaben “Boş yapma Mustafa Kemal” diye höykürmeye başlamışlar. Zaten bunlar hatta bunlaaaarr (burayı malum ses tonuyla okuyun) düşünmek, ortaya bir ürün çıkarmak gibi konularda beceriksiz oldukları için cümlelerini, sloganlarını hırsızlık yoluyla hazırlarlar. Boş yapma Abdülhamit dendi ya, illa cevabı da aynı şekilde olmalı. Bunun daha komiği şu görseldi:

İçinde Atatürk sevgisi olan birileri güzel bir zeka oyunuyla Atatürk’ün vefat yılı 1938’in sonundaki 8’i yan çevirip matematikteki “sonsuzluk” simgesine çevirmişler, bu eksik akıllılar da aynı sözleri Hazret-i Muhammet için kullanıp onun ölüm tarihi olan 632’nin sonundaki 2’yi yan çevirmişler. Yan yatmış 2’nin bir anlamı var mı, yok. Ama olsun “madem Atatürk’ün ölüm tarihinin son rakamı yan çevrilmiş, mutlaka bir anlamı vardır, biz de çevirmeliyiz” demişler. Ne akıl ama, pes 🙂

Şöyle bir Japon atasözü varmış: “Bir Türk, bir Japon’dan akıllıdır ama iki Türk, iki Japon’dan akıllı değildir”. Ne kadar doğru, çünkü iki Türk bir araya gelince “ayrışma” ihtimali olan bir konu varsa mutlaka ayrışıyor hatta düşman oluyor. Oysa ne kadar saçma kıyaslar bunlar. Atatürk ile Abdülhamit aynı düzlemin konusu mu? Peygamber’den bahsetmiyorum bile. Padişahları, Başbakanları, Cumhurbaşkanlarını ya da herhangi bir karar mercini kendi aralarında bile kıyaslayamazsın çünkü konjonktür farklı, dönem farklı, yaşanmışlıklar farklı. Ayrıca Atatürk ile Abdülhamit’in kıyaslamaya çalışırsak Abdülhamit’i ikonlaştıranlar çok üzülür. Abdülhamit döneminde Manastır eyaletinde sivil halde bulunan bir Rus diplamat, bir Osmanlı askerine hakaret eder, silah çeker, er de bu adamı vurur. Sonrasında mahkeme kurulur, er için Abdülhamit’in de onayıyla idam kararı çıkar. Ona engel olmayan diğer er de idam edilir, onlardan sorumlu komuta görevindekiler sürülür, Abdülhamit özürler diler, kan parası gönderir Rusya’ya falan. Bu mahkemeyi izleyenler arasında Enver Paşa da vardır ve sonradan anılarında “ömür boyu utanç içinde olacağımız bir karar verildi” diyecektir, çünkü diplomatı öldüren er haklıdır. Ama Ruslardan korkan Abdülhamit erin idam edilmesini ister.

Olay Amerika medyasında bu şekilde yer aldı.

1934 yılında İngiliz donanmasına bağlı bir gemide görevli 3 İngiliz ajan Türk sınırlarındadır. Balıkesirli er Musa sivil haldeki bu üç kişiye “dur” ihtarı çeker, kaçmaya başlayan İngilizlere ateş eder, bir İngiliz ölür. İngiltere, Türkiye’den o erin cezalandırılması ister. Atatürk de erin haklı olduğu bilgisini alınca “gerekirse İngilizlerle savaşırız, gene de o ere dokundurtmam” der.

Sadece şu basit görünen örnek bile Atatürk ile Abdülhamit arasında kıyas yapmanın ne derece saçmalık olduğunu bize gösterir.

İnsanların farklı eğilimleri, görüşleri, inançları, zevkleri olabilir. Sen o insana baktığında sadece mezhebini, cinsel hayatını, zevklerini aklına getiriyorsan sorun sendedir. Ebrar özelinde voleybol milli takımına “aile bütünlüğünü bozuyor” diye eleştiri getirenler, geçtiğimiz Pazar günü final maçında anne, baba, çocuktan oluşan birçok ailenin bir araya gelip o maçı izlediğinin farkında mı acaba? Çünkü aklıselim pek çok insan Ebrar’a bakınca onun bir lezbiyen olduğunu değil, dünyanın en iyi voleybolculardan biri olduğunu görüyor. Tıpkı Bülent Ersoy’u ya da Zeki Müren’i cinsel tercihlerinden bağımsız olarak bir kültür objesi olarak görmeleri gibi.

Yazıyı bir anekdot ile bitirmek istiyorum: kitabımı okumuş olanlar hatırlayacaktır, giriş kısmını Milli Mücadele’nin en önemli kahramanlarına adayarak ve onların yaşadıklarını hikayeleştirerek anlatmaya çalışmıştım. Oradaki iki Mustafa, yani Mustafa Fevzi Çakmak ve Mustafa Kemal Atatürk birbirlerini çok seven, en önemlisi de saygı duyan insanlardır. Fevzi Çakmak, dini hassasiyeti olan, tarikat ehli biridir. Hatta mezarının da o tarikatın şeyhinin yanında olmasını ister. Herkesin bildiği üzre Atatürk’ün alkolle arası gayet iyidir. Fevzi Çakmak, bunu bildiği halde gene de gider, Atatürk’ün sofrasına otururmuş. Masadakiler alkol alır, kendisi de sadece mezeleri tırtıklarmış. Bir süre sonra Atatürk, Fevzi Çakmak Çankaya Köşkü’ne geleceği zaman masaya içki konulmaması emrini vermiş ve onunla birlikte yemekteyken hiç içmemiş. Oysa Fevzi Çakmak’ın hiçbir zaman böyle bir isteği olmamış, rahatsızlığını bile dile getirmemiş. Bu ülkeyi kuran kafalar birbirlerinin kişisel alanlarına saygı duyan, zevklerine karışmayan son derece hassas, incelikli bir kalbe de sahiptiler. Yani gerçekten “insan”dılar.

İyi Pazarlar

1 Comment

Afife için bir cevap yazın Cevabı iptal et