Pazarlama/Pazarla ama…

Fırtınalı bir havada uçak türbülansa girmiş, feci şekilde sallanıyormuş. Yolcular korku, endişe ve çaresiz bir halde iken içlerinden biri uçaktaki rahibi fark etmiş, hemen yanına gidip yalvarır gözlerle: “bir şeyler yapsanıza” demiş. Rahip istifini bozmadan: “ben yönetimde değil, pazarlamadayım” demiş 🙂

İçinde söz oyunu olan bir öğreti vardır: “reklam susattırır, pazarlama su sattırır”. Pazarlama, çoğu zaman reklama ihtiyaç duyar ama reklam, pazarlamanın sadece bir aşamasıdır. Pazarlamanın asıl amacı reklam aracılığı ile algıları değiştiren, ilgi çeken ürünün tüketimindeki “sürekliliği” sağlamak, genel anlamıyla “marka” oluşturmaktır. İş başvurularında oluşturulan CV’ler de aslında bir reklamdır. Aldığımız eğitim, eğitimi destekleyici özel yetenekler, uğraşlar… Kimi zaman da daha albenili görünsün diye gerçekte olmayan bilgileri yazarak karar vericilerin algılarını yönlendirmeye çalışarak kendini pazarlayanlar oluyor. Al işte, özgeçmişine “iyi derecede Arapça ve Fransızca biliyorum” diyerek kendini pazarlamış, belli ki bunda gayet de başarılı olmuş Diyanet İşleri Başkanı, kendisine yöneltilen Arapça soruyu anlamamış, yanındakilerden Türkçe tercümesinin yapılmasını istemiş 🙂 Fransa’da, bir kağıda yazıp okuduğu vaazında da Fransızcasının “iyi”yi geçtim, “temel” düzeyde bile olmadığı anlaşılmış. Bu tarz olayları, haberleri okuyup dinlediğimde İsmet Özel’in sözü geliyor aklıma: “Allah insanı iddiasından vurur”. Ülkenin en üst makamındaki zat-ı muhterem: “Bunların kafası basmaz, ben ekonomistim” deyip ekonomiyi çökertirken Arapça bilmeyen Diyanet İşleri Başkanına sahip olmak çok da şaşırtıcı değil aslında. Ama insanların iddialarından vurulduklarını görmek de keyif vermiyor değil 🙂

Her neyse konudan sapmayayım. Cazibe merkezi haline getirilen, yüksek seviyede görsel, yazınsal reklamları yapılan herhangi bir ürünün arka planını, mutfağını öğrenmeye çalışmak, araştırmak gibi anlamsız bir çabam var. Çünkü bir şey yoğun biçimde pazarlanmaya çalışılıyorsa genelde arkasında bir yolsuzluk, yoksulluk, yoksunluk yatıyor. Mesela bir eğitim kurumunun tanıtımına maruz kalıyorsun, öyle büyük kelimeler, özendirici ve seçkin cümleler kullanıyorlar ki “çocuklarımı bu okula göndereyim” diyorsun, sonra bir haber okuyorsun, bu son derece modern, yüksek kalitede eğitim veren yer çalıştırdığı öğretmenlerine asgari ücret seviyesinde maaş veriyormuş. Mesela bir şiir okuyorsun:

“Annem çok küçükken öldü
beni öp, sonra doğur beni.”

dizelerine denk geliyorsun. Şair ile empati kuruyor, onunla dertleniyorsun. “Niyetçi” misali insanlar o şairin şiirlerinden, sözlerinden alıntılar yaparak paylaşımda bulunuyor. Sonra öğreniyorsun ki bu şair hayatına giren bütün kadınlara fiziksel şiddette bulunmuş. Mesela televizyonda, sinemada, bilboardlarda pırlanta reklamlarını görüyorsun. Kendini ödüllendirmek, belki şımartmak için imkanın varken “bu dünyadan kam alayım” diyerek pırlanta yüzüğü parmağında görmek istiyorsun. Araştırınca anlıyorsun ki o pırlantanın sana ulaşması için Afrika’da kaç çocuk işçi hayatlarını kaybetme pahasına elmas madenlerinde çalışıyor…

Dünyadan biraz olsun haberdar olan çoğu kişi üstteki fotoğrafın Tac Mahal’e ait olduğunu bilir. Babür kralı Şah Cihan, çok sevdiği eşi Mümtaz Mahal’in anısına bu eseri yaptırmış. En azından tarih kitapları böyle yazıyor. Rivayete göre bu yapıda çalışan mimarların, işçilerin “dünyada bundan daha güzel bir yapı inşa etmesinler” düşüncesiyle elleri kesilmiş. Doğru ise bu bembeyaz yapının arkasında kırmızılık var. Gene rivayete göre Şah Cihan, çok sevdiği eşinin vefatından hemen sonra hem de eşinin kız kardeşi ile evlenmiş. Bu tarz evliliklere yani eşi vefat eden erkeğin, eşinin kız kardeşi ile evlenmesine “sororat”, eşi vefat eden kadının, eşinin erkek kardeşi ile evlenmesine “levirat” deniyor. (Konu reklam ve pazarlama ise hem de yeri gelmişken niye kitabımın reklamını yapmayayım 🙂 Bence Artık Hermes Gibisin adlı kitabımda sororat ve levirat tipi evlilikleri tarihi örneklerle anlatmaya çalıştım) Eğer Şah Cihan’ın sonraki evliliği doğru ise, bu nasıl “büyük sevgi”ymiş anlamakta zorlanıyorum. Mesela Abdülhak Hamit Tarhan, çok sevdiği(!) eşi Fatma Hanım vefat edince, onun için “makber”i yazmış. Burada bir detay var, bestelenmiş ve Türk sanat müziğinin en başarılı eserlerinden biri olmuş “makber”i de Abdülhak Hamit Tarhan yazmış ama onu bir tiyatro eserine koymuş. Fatma Hanım’a atfen yazdığı makber, çok da bilinen bir makber değil. Sonuçta sevgisini, özlemini yüksek sanat yoluyla anlatmaya çalışmış ama nasıl olduysa kısa süre sonra birçok kadınla birliktelik kurup kimisiyle gönül eğlendirmiş, kimisiyle evlenmiş. Benzer durum Nazım Hikmet’te de var. Belli ki bu sanat-sepet taifesi ya da erkeklerin çoğu hakikatli sevdaya sahip değiller. Sonra da bu durumu savunma refleksi gösterip bahaneler uydurarak anlamamızı istiyorlar. O kral, bu padişah, beriki şair, hepsi “varken” aşık, iki adım gözden kaybolunca o aşktan eser yok. Bunu da “erkek doğası” diye kabul edecekmişiz, hadi ordan 🙂

Bu da Tac Mahal’in arka plandan görüntüsü. Nasıl da çarpıcı bir fotoğraf. Bir taraf ne kadar görkemli ise, diğer taraf da o kadar sefalet içinde. “Kendisi iyi ama çevresi kötü”nün fotoğrafı… Tac Mahal’i dünya gözüyle görmedim ama Mısır seyahatimde benzer duruma tanıklık etmiştim. Piramitlerin çevresini düzensiz, çarpık yapılaşma kuşatmıştı. Tıpkı İstanbul’daki tarihi yerlerin, Hasankeyf’in, Uzungöl’ün hatta Kabe’yi çepeçevre saran çirkin görüntüler gibi. Ne kadar pazarlamaya, kimi zaman tıraşlamaya, törpülemeye çalışırsan çalış arkadaki çürümüş, değer bilmeyen, yapıya, eşyaya saygı duymayan, mirasyedi zihniyet değişmediği sürece güzellikler de erozyona uğrayıp bir süre sonra yok olacak…

Rivayete göre bir zamanlar Kabe’nin etrafındaki bütün yapılar belki hürmetten, belki görüş mesafesindeki her yerden rahatlıkla görülsün diye ebat olarak Kabe’den daha alçak seviyede olurmuş. Gelinen nokta ise modernite soslu pespaye bir yapılanma.

İyi Pazarlar

2 Comments

  1. Elif, guzel Turkcemizde hani bazi sozler vardir tam isabetli ve konuyu oldugu gibi aciklayan? Hicbir seyin distan gorundugu gibi olmadigina “Disi seni yakar ici beni” veya “Davulun sesi uzaktan kulaga hos gelir” gibi aslinda hicbir sey gorundugu gibi olmadigidir. Hatta o sozunu ettigin tarihte karilarina asik, unutulmaz eserler birakan erkekler bile zaman icinde ozune doner. Kendi babamdan ornek vereyim, annemi kaybettikten sonra yasi saniyorum iki yil, ikinci esinden sonra bir yil bile surmeden yeniden evlendi.
    Iyi Pazarlar dilerim.
    Aydin

    Sent from my T-Mobile 5G Device
    Get Outlook for Androidhttps://aka.ms/AAb9ysg


    Liked by 1 kişi

Aydin Erturk için bir cevap yazın Cevabı iptal et