Bu ülkeye dair yapılmış en çarpıcı, en sağlam tespitlerden biri kadın yazarlarımızdan Tezer Özlü’ye ait: “Burası bizim değil, bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi”.
Benim için fazlasıyla depresif olsa da çoğu hemcinsimin allayıp pullayıp pamuklara sardığı Tezer Özlü’nün, bir başka yazar Ferit Edgü ile olan mektuplaşmaları kitap haline getirilip okuyucuya sunulmuştu. Arkadaş tavsiyesiyle okuduğum bu kitaptaki bir mektup benim için önemliydi. Mektup 1984 yılına ait. Tezer Özlü’nün kendisi gibi yazar kardeşi Demir Özlü’nün Taksim’de çekilmiş bir fotoğrafı var. Tezer Özlü’ye göre fotoğraf çok güzel ama fotoğrafın güzelliğini bozan ve fotoğrafta yer almasını “ne yazık ki” diye belirten biri daha var: Yaşar Kemal. Tezer Özlü, Yaşar Kemal’i fazla “köylü” bulduğu için kardeşinin yanında olmasından rahatsızlık duymuş. Benim için önemli olan kısım da burasıydı. Çok güzel cümleler kurmak, can alıcı tespitler yapmak bazen sadece “estetik kaygısı” ile ortaya çıkabiliyor. Yaşadığın toplumun bir kısmını görmezden gelmek, yok saymak ya da sırtını dönmek, onlara üstenci bakışla, kibirle yaklaşmak bütün o güzel cümlelerin sadece bir kitabın içinde “süs” ya da “aksesuar” olarak var olduğu anlamına geliyor. Sadece Yaşar Kemal değil, bazı mektuplarda da başka isimler için benzer tavırları sergilemiş. İnsanlık tarihinin yazısız kurallarından biri olan “ölenin arkasından konuşulmaz”ı biraz esnetecek olursam, Tezer Özlü sadece iyi bir “cümle kurucusu”ymuş diyebilirim.
Yazarlar, düşünürler toplumun dinamiklerini, sorunlarını analiz edip çözüm sunmaya çalışan, insanları ışığıyla aydınlatan insan demektir. Eskiler bu tarz insanlar için “münevver” dermiş. “Münevver”in içindeki “nur”dan dolayı bugün o insanlara “aydın” diyoruz. Yani “aydın” olmanın temel koşulu üzerinde yaşadığın toplumu tanımaktan geçer.
Bulduğu her fırsatta iki kutuba bölünmeyi beceren güzel yurdumuz, son günlerde “sokak köpekleri” konusunda ikiye ayrılmış durumda. “Sokak köpekleri uyutulsun/itlaf edilsin” diyenler bir tarafta, “köpeklere dokunamazsınız” diyenler diğer tarafta. Siyasi partiler, sanatçılar, sivil toplum örgütleri, gün teyzeleri, akşama kadar kahvede oturan dayılar v.s bir bir tarafını seçip diğer tarafa tehditler, beddualar, hakaretler savurup duruyor. Zaten genlerimizde karşıt görüşte olanların düşüncelerini anlamaya çalışamama gibi bir defekt varken şimdi “duyma” kısmında bile sorun yaşıyoyoruz. Son olarak, aralarında Zülfü Livaneli, Orhan Pamuk gibi yazarların olduğu ve kendilerini “aydın” olarak tanımlayan kalabalık bir grubun muhtıravari yayınladığı : “dokunamazsınız, hapsedemezsiniz, öldüremezsiniz” bildirisi ile de tartışmalar iyice şiddetlendi. Tabii çoğu edebiyatçı olduğu için kavramları, kelimeleri silah gibi kullanıp nereden vuracaklarını iyi biliyorlar. Mesela bildirinin başlığı: “sokak hayvanları”. Oysa problemin temeli “sokak köpekleri”. Hiç kimse sokaklardaki kedi, kuş, solucan, karınca, sinek için “öldürelim” demiyor. “Sokak hayvanları” ifadesini kullanalım da karşı tarafı topyekün “hayvan düşmanı”, “kana susamış vahşiler” olarak nitelendirelim diyorlar herhalde. Tam da bu toprakların “aydın”larından beklenilecek sığlıkta bir sinsilik.
Mesaj verme kaygısıyla saçmalayanlar da var. Mesela CHP’den İzmir’in Urla ilçesi için belediye başkanı aday adayı olan ama CHP tarafından Çeşme’den aday gösterilip kazanan (saçmalığa bakar mısınız? Sonra da bir İzmir’den, bir İstanbul’dan aday gösteriliyor diye Binali Yıldırım ile dalga geçiliyordu. Senin parti olarak farkın ne? Bir ile ya da ilçeye başkan adayı olan kişi şunu diyordur: “ben bu ili/ilçeyi tanıyor, sorunlarını biliyorum”. Urla’dan aday olmuş, burayı tanıyorum diyerek, buna demişler ki “seni Çeşme’ye aday yapalım, tanısan seversin” 🙂 Saçmasapan şeyler) Mustafa Denizli’nin kızı, makam koltuğuna köpeğini oturtup birlikte poz vermişler. Ben bu fotoğrafa bakınca: “benim yapacağım başkanlığı köpek de yapar” anlamını çıkarırım. Teknik direktör olan babası “gol”ün kendi kalene değil, karşı kaleye atıldığı zaman değerli olduğunu öğretememiş belli ki.

“O onu demiş, bu bunu demiş, öteki şu görüşteymiş de senin görüşün ne” kısmına geçeyim. Ben iki görüşün tam olarak ortasındayım. Öncelikle sokak hayvanları bizim kültürel mirasımız. Eski dönemlerden beri özellikle yabancı seyyahlar bu toprakları anlatırken mutlaka sokak hayvanlarından bahsetmeyi ihmal etmemiş. Bugün Almanya, İtalya gibi ülkeler “sanat eserlerimiz zarar görüyor” diyerek güvercin beslemek, yem atmak bile yasakken biz başta leylek olmak üzere göçmen kuşların bakımı için Gurabahane-i Laklakan isminde hayvan hastanesi açmışız. Köpekler her zaman en sadık dostumuz olmuş, onları kimi zaman sürüleri, kimi zaman evi, kimi zaman mahalleyi korumak için kullanmışız. “Hayvan sevgisi”ni, “hayvan korkusu, bu dünyada sadece insanların olmadığını, insan dışı canlılarla da iletişim kurulabileceğini çoğunlukla köpekler aracılığıyla deneyimlemişiz. Tabii bahsettiğim köpekler evimizde ya da sokağımızdaki köpekler. Yani sahibi olan köpekler. Şu an geldiğimiz noktada ürkütücü olan “başıboş” köpekler. Bahsi geçenler şu değil:

Şunlar:



Bizim yönetim mekanizmamızda gelecek planı yapamama, geleceği öngörememe gibi bir sorunumuz var. Bunu mültecilerle tecrübe ettik ve hala ediyoruz. Ülkenin dört bir yanından elini kolunu sallayarak başka ülke vatandaşları giriş yapıyor. İşte son olarak geçen hafta İngiltere’nin başından atıp Ruanda’ya göndermesinin akabinde ne tesadüf ki devletimizin yöneticileri Ruanda ile karşılıklı turizmi geliştirme anlaşması imzalamış. Belli ki İngiltere’den kovulanlar da buraya gelecek. Yani hiçbir plan, program yok. Aynısı köpekler için de yapıldı. Zaten doğurganlığı fazla olan ve şehirlerde yaşayan köpekler üredikçe üredi. Şu an sayılarının on milyona yaklaştığı söyleniyor. Kısırlaştırılmamış, bakımları yapılmamış, hangi hastalığı taşıdığı tespit edilememiş, birden fazlası bir araya geldiğinde birçok kişinin ölümüne, sakat kalmasına, hastalık geçirmesine sebep olmuş, her gün sayıları daha da artan milyonlarca köpek…
Nezih semtlerde, güvenlikli sitelerde yaşayıp da sokağında denk geldiği bir iki köpeği görüp onları beslemekle bu sorunu görmezden gelemeyiz. Ortada çok ciddi ve böyle devam ederse bilim-kurgu filmlerine nispet yaparcasına feci sahnelerin yaşanacağı büyük bir problem var. Milyonlarca köpeği kısa zamanda kısırlaştırmak mümkün değil. Türkiye’de yeteri kadar veteriner yok. Cerrahpaşa veteriner fakültesi dekanı geçtiğimiz günlerde sadece İstanbul’daki başıboş köpeklerin kısırlaştırma işlemini beş senede halledebiliriz demişti. O beş sene içinde kısırlaştırılmayan köpeklerin üremesi ile sayı gene artacak. Kaldı ki kısırlaştırsan bile saldırgan olmasının önüne geçemiyorsun. Gene bunca köpeği barınaklarda yaşatacak bütçe yok. Hadi maddi durumu hallettik diyelim, veteriner azlığından dolayı bakımlarını kim yapacak?
Resmi verilere göre sadece geçen sene 430 bin kişiye kuduz aşısı yapılmış. Tablo şöyle:

Kuduz en çok köpeklerden geçiyor. Geçtiğimiz hafta içinde Avrupalı devletler sözleşmişcesine peş peşe tatil amacıyla Türkiye’ye gelecek olan yurttaşları için kuduz aşısı yaptırmalarını tavsiye etti. Zaten Dünya Sağlık Örgütü tarafından kuduz riski için riskli bölge olduğumuz bilgisi vardı. Bu tavsiyeler ya da tespitler “Batı bizi kıskanıyor” yaklaşımıyla savunulacak durumlar değil.
Geriye ne kalıyor, önce sahiplendirmek. Aslında genel anlamda sahiplendirmek zorlaştırılmalı ama eve köpek alıyorsun, evde besleniyor, evde doğuruyor, kaç tane doğurduğu belli değil, yavrularını başkalarına dağıtıyorsun. Takip etmek biraz güç. Başıboş köpekleri de sahiplendirsek, üzerine de çip taksak, bu defa da tekrar sokağa atmak isteyen çipi çıkarır, ortada kanıt bırakmaz gene atabilir. Hadi bunun takip sistemini de bir şekilde hallettik, sahiplendirilmiş köpekleri sokağa atanlara yüksek cezalar verdik ve hiç sanmıyorum ama %90 oranında sahiplendirdik diyelim, geride 1 milyon köpek kalıyor. Bu bile korkunç sayı. Ne yazık ki uyutmak dışında başka çözümü görünmüyor. Tıpkı köpek nüfusu ve buna bağlı olarak kuduz sayısındaki artıştan dolayı Atatürk’ün verdiği 1932 yılındaki karar gibi.
Uyutmak konusunda da endişelendiğim iki durum var: başta mevcut hükümet ve onların yöneticileri olmak üzere genel anlamda karar mercilerine güven duymuyorum. Bu yetkiyi alanlar uygulama esnasında canice davranıp hayvana acı çektirebilir. Ayrıca sahipli köpekleri bile öldürme girişiminde bulunanlar olacaktır. Nasıl olsa denetim mekanizması yok. İkinci durum ise ölen hayvan cesetleri. Gömülme konusunda büyük problem yaşanabileceği gibi marketlere “kıyma” olarak da dönmeyeceğinin garantisi yok…
İşin kültürü, ahlaki kısmı, uygulama problemleri bir tarafa, sadece “kedi” veya “köpek”ten başka hayvanı “canlı” kategorisine koymayan “türcü” bir grup var. En çok sinirlendiğim grup… Mesela biz de evimizde iki kedi ile birlikte yaşıyoruz. Önümüzdeki zamanlarda başıboş kedi problemi olsa, kediler çeteleşip insanlara saldırarak zarar verse, çoğunlukla kedilerden geçen ölümcül hastalıklar olsa ve insan hayatı için tehdit etse ben gene aynı tavırda olurum. “Türcü” olanlar bambaşka bir boyut. Zannedersin evde birlikte yaşadıkları can dostlarını Amasya elması, Gemlik zeytini ile besliyorlar. Oysa onu da “katledilmiş” başka bir hayvan ile besliyorsun. Lafa gelince de “sokak hayvanlarına dokunamazsın, kapatamazsın, öldüremezsin”.
Hükümetin bu problemi uygun bir şekilde çözeceğine inanmıyorum. Muhalefetin en güçlü partisi de nasıl ki mülteci probleminde somut bir öneri sunmadan “topluma entegre etmeye çalışacağız”, “halledersek biz hallederiz” demişti, aynı şekilde hiçbir akılcı öneri sunmadan “köpeklerin uyutulmasına karşıyız” dediği için olası iktidar değişikliğinde de sorunun çözülemeyeceği çok belli. Yalnız, hükümet uyutma kararı alsa, muhalefet de buna itiraz edip önüne geçmeye çalışsa, Gezi’de “mesele ağaç değil, bize darbe yapmaya çalışıyorlar” demeleri gibi “mesele köpek değil, oyun büyük” deyip sahte bir kaos yaratarak berbat giden ekonomi, mülteci sorunları gibi diğer önemli konuların da en azından kısa ve orta vadede üzerini kapatmış olur mu? Gerçi bu olmaz, çünkü Gezi’ye destek verenlerin çoğu aklı başında insandı. Aynı aklı başında insanlar başıboş köpek sorununun da farkında ve kendini aydın zanneden azgın azınlık gibi “dokunmayacaksın bıdı bıdı” goygoyuna kulak asmaz.
İyi Pazarlar
Elif, seyahat ediyorum gec oldu, Umarim eine gecer. Yazdigin gibi bu konuyu devletin basindakilerin cozecegine ben de inanmiyorum.
Oncelikle cozulmesi gereken kismi, kuduz olan kopekler sorunudur. Daha fazla insan ve kopek etkilenmeden bu zavalli hayvanlara otenazi gerekiyor. Burda yerel yonetimlere buyuk is dusuyor. Anladigim kadariyla, her kopek 4-5 kisiyi isirdiysa yaklasik olarak 100 binin uzerinde hasta kopekleri kapsiyor.
Kalan kopekler icin her canli icin oldugu gibi yasama haklari taninmis olmalidir. Devletin verdigi 30 gun sarti Amerikalinin bazi kopek barinaklarinin (shelter) uydurdugu bir kuraldir. Yani 30 gun icinde kopegi kimse almazsa kaderi otenazi olur. Ama buna karsi bazi barinaklar buna asla izin vermez. Biz iki kopegimizi de boyle farkli gorusteki barinaklardan aldik.
Basta soyledigim gibi bunu devletin yerine yerel idareler ancak care bulabilir.
Diger bir konu; bunca kopegin sokaga atilma nedeni, kendine bakmaya ekonomik gucu olmayan ozellikle genc kesimin zavalli hayvanlari cabucak sokaga salmasidir. Belki belediyeler boyle insanlara kopek yemi yardimi yapabilir.
Ayrica buyuk sirketler ve hayirsever insanlarimiz kopek barinaklari acmak icin yardimci olabilir (hele su hac kuyruguna giren bir suru bencil insanlarimiz…) Bizim yurda 3 yil kadar dondugumuzde bir kus cennetine yardim etmistik ve ismimiz panoda yer aldi uzun sure. Boylece insanlarimiz motive edilebilir saniyorum.
Iyi haftalar,
Aydin Erturk
Sent from my T-Mobile 5G Device
Get Outlook for Androidhttps://aka.ms/AAb9ysg
BeğenBeğen
Sent from my T-Mobile 5G Device
Get Outlook for Androidhttps://aka.ms/AAb9ysg
BeğenBeğen