Türkçede bazı sözcüklerin ya da söz gruplarının yazımı konusunda mantığıma oturtamadıklarımı cümle içinde kullanmamaya gayret ediyorum. Mesela “entelektüel-entellektüel” ikileminde her iki yazımın da eksik kaldığını düşünüp bu kelimeyi yazmıyorum. Türkçe esasen konuşma dilidir. Yazı dili de kendisini konuşma diline göre rehabilite etmek zorundadır. Biz “entel(l)ektüel”i telaffuz ederken “halay” dediğimizde ağzımızdan çıkan “l” gibi yalın bir ses çıkarmıyoruz. Aynı şekilde “Allah” derken ikilediğimiz “l” gibi baskın bir durum da oluşmuyor. İkisinin arasında bir ses çıkıyoruz. Şimdilerde yazım kılavuzlarında bu kelimenin doğru yazılışının tek l’li olduğu kabul görüyor. 100 yıl önce mesela Nazım Hikmet çift l şeklinde kullanmış. 100 sene sonra ne olur bilinmez ama hiçbir şekilde yazılarımda bu kelimeyi kullanmıyorum. Buna benzer bir durum da “yapa da bilirim”, “ola da bilir” gibi kullanımlar. Her ne kadar kimi çevreler bu ifadenin doğrusunun “yapabilir de”, “olabilir de” şeklinde olduğu söylese de ben bu görüşe hiç katılamıyorum. “Yapa da bilir” ile “yapabilir de” kesinlikle aynı anlama gelen ifadeler değil. Şimdi şöyle bir kural var: -de bağlacı önden ya da arkadan hiçbir kelime ile birleşemez. Yeterlilik fiili olan -ebilmek de ayrı yazılamaz. Bu durumda “yapa da bilir” nasıl yazılacak? Tıpkı entel(l)ektüelde olduğu gibi kaçak dövüşüp bu ifadeyi de kullanmamaya çalışıyorum. Ama yazmaya kalksam muhtemelen “yapa’dabilir”, “ola’dabilir” şeklinde yazardım. Mesela bir şeyi çok istemeden kaynaklı yalvarış ifadesini nasıl söylüyoruz? “Ne olur” mu yoksa “n’olur” mu? Ne olur ile n’olur arasındaki fark apostrof ile halledilebilir ki ben de böyle kullanmayı tercih ediyorum. Aynısı yapa’dabilir’e de uygulanabilir diye düşünüyorum.
Ne yazık ki çocukluktan itibaren Türkçeyi değil de Türkçe konuşmayı öğreniyoruz. Papağan misali kelime ezberliyor, onları uygun forma sokup cümle kuruyor ve sadece konuşabiliyoruz. Türkçe bana göre mükemmel bir dil. Sadece “vurgu” ile istediğin anlamı verebileceğin başka bir dil var mı bilmiyorum.
Mesela şöyle bir cümle kuralım: “Ege dün pencereyi kırdı”
Bu cümleyi hiçbir kelime değişikliği yapmadan farklı formlara sokabilir ve hepsinde de farklı anlam verebiliriz:
“Pencereyi dün Ege kırdı”
“Dün pencereyi Ege kırdı”
“Pencereyi Ege dün kırdı”
“Dün Ege pencereyi kırdı”
Hepsinde anlam aynı gibi dursa da her cümlenin vurgusu ve söylenilmek istenileni aynı değil.
Kelimelerle istediğin şekilde dans edebileceğin bir dil yeterli derece öğretilemeyince okuduğunu, dinlediğini anlamayan, sormak istediğini soramayan, anlatmak istediğini anlatamayan milyonlarca insanla muhatap olunuyor. Bu bir paket programdır: insanlar ancak kavramlarla düşünür. Kavramlarla düşünmek için o dilin içinde kavramların yer alması ya da üretilmesi gerekir. Bunun için de o dili, kurallarını, yapısını iyi bilmekle mümkün olur.
Kendisini doğru ifade edemeyen insanlar “safsata”lara (logical fallacy) sığınır. Safsata, görünüşte mantıklı gibi görünen ancak gerçekte yanlış veya yanıltıcı olan bir düşünce ya da argüman hatasıdır. Özellikle tartışmalarda, bir iddiayı desteklemek ya da karşı tarafı çürütmek amacıyla bilerek veya bilmeyerek kullanılabilir. Safsatalar, rasyonel bir temel yerine duygusal, mantıksal veya dilsel hatalar üzerine kuruludur ve genellikle gerçeği çarpıtarak insanları ikna etmeye çalışır.
Safsatanın birçok türü var. Hepsini yazmaya kalksam blogdan çok makaleye dönüşür, o yüzden örnekler üzerinden birkaç tanesini paylaşmak isterim.
En bilinen safsata türü “ad hominem”. Literatüre “Türk safsatası” diye geçmesini çok isterdim, çünkü bu konuda son derece başarılıyız. Özellikle ergenlerin kullandığı: “bir lafa bakarım laf mı diye, bir de söyleyene bakarım adam mı diye”deki durum. Sözden çok söyleyen ile ilgilenmek, “mazruf”tan çok, “zarf”a bakmak. Siyasette de sıklıkla kullanılır. Tok bir sesle: “bunlaaaarrr” diye başlayan cümle, ad hominem’in habercisidir.

Bir diğer safsata türü duygulara başvurma (appeal to emotion). Bunu “acılı arabesk edebiyatı” diye çeviriyorum. Geçtiğimiz haftanın yapay gündemlerinden biri güzellik yarışmasında dereceye giren kızlarımızdı. Eleştirmek ile hakaret etmek arasındaki farkı kavrayamayan kimi insanlar hadlerini aşmış olsalar da ne yazık ki bana göre de birinciliğe ve ikinciliğe layık görülen kızlarımız “Türkiye güzeli” payesi alabilecek surette değillerdi. Yani göz var, izan var. Güzellik yarışmalarının mantıksızlığını bir tarafa koyuyorum ama bu kavramı duyduğumuzda aklımıza gelen ilk şey: sıklıkla karşılaşmadığımız, fiziki özellikler bakımından (özellikle yüz) büyüleyici olmasıdır. Ama dünyada “woke kültürü” diye bir şey çıkardılar, çoğu ülkelerde yapılan yarışmaları siyah tenli kadınlar kazanmaya başladı. Her neyse, Fatih Altaylı çoğu kişinin yarışma sonucunu eleştirmesi üzerine bir yazı kaleme almış; birinci olan kızımızın annesinin kanserden vefat etmesini, diplomat olan babasının yaşadığı zorluklarını, tıp fakültesini kazanmasını falan anlatmış. Yazının hiçbir yerinde bunun bir güzellik yarışması olduğu ve kendisinin de yarışmayı kazanacak güzellikte olduğuna değinilmemiş. Yani bu mantığa göre her annesi vefat eden, zorluk yaşayan güzellik yarışmasına girip kazanabilir! Eskiden arabesk söyleyen şarkıcılar bu tip hikayeler anlatarak halkın duygularını hedeflerdi. Eski dünya refleksleri bunlar. Hala iş yaptığını zannediyor olmak da dünyadan kopukluğun tezahürü.
https://fatihaltayli.com.tr/kose-yazisi/2024/09/13/siz-hic-o-ayakkabilarin-icinde-oldunuz-mu
Başka bir safsata türümüz otoriteye başvurma (appeal to authority). Bir argümanın doğruluğunu göstermek için bir otorite figürüne ihtiyaç duymak. Gene geçtiğimiz hafta CHP genel başkanı Özgür Özel, iktidara geldiklerinde yapacağı şeyleri anlattı. Tabii bu siyasetçilerin ya kendileri ya da konuşma metnini hazırlayıcıları hafif tertip akıldan noksan oldukları, manipülasyon nedir bilmedikleri ve gerçekten yazının başında bahsettiğim Türkçeyi bilmedikleri için cümleleri doğru kuramıyorlar. Temel ihtiyaçların fiyatlarının düşeceğini söylerken o ihtiyaçlara “rakı”yı da dahil etti. Tabii konuşmalar kırpıldı, akılda kalan tek şey: “rakı 140 lira olacak” kaldı ve medyada o şekilde servis edildi. Millet de haliyle “her şeyi aldık da bir rakı kaldı” diyerek tepki gösterdi. E sen bu kadar fahiş fiyatların, geçim sıkıntısının yaşandığı ülkede hiç de zorunlu ihtiyaç olmayan rakıyı da o kalemlere dahil ediyorsan bu bir şekilde kullanılır. Bu muhabbete gazeteci (bana göre Atatürk sömürücüsü) Yılmaz Özdil de dahil oldu ve “rakı içki değil, vatan sevgisidir” diye abukça laf etti. Atatürk’ün her şeyini sömürdüğü için “tümdengelim” mantığıyla “Atatürk vatanını severdi”, “Atatürk rakı da severdi” diye düşünüp “rakı, vatan sevgisidir” dedi herhalde 🙂 “Rakıya su katılınca vatan sevgisinde azalma olur mu” diye sormak isterdim 🙂 Tamam biz de insanın yediğine, içtiğine karışmıyoruz da bu rakı güzellemesi nedir Allah aşkına? “Ayran/kımız içecek değil, vatan sevgisidir” dese biri ne kadar saçma ise, bu da aynı oranda saçma. Ama Yılmaz Özdil’inki bana göre tamamen otoriteye başvurma safsatası. Bunu “dinci”ler de “sünnet” adı altında yapıyor. Mesela bazen görüyorum, insanlar ceplerinde misvak taşıyor, peygamber uygulamış diye. Misvağın özel olarak faydaları olabilir de ben eminim peygamber zamanında colgate, İpana v.s olsaydı onunla dişlerini fırçalardı. Amaç “diş temizliği”, kullanılan malzeme değil ki. Gel de anlat!
Daha onlarca safsata var ama sıklıkla muhatap olduğum, özellikle ülke siyasetinin kanayan yarası olan bir tanesiyle yazıyı bitireyim: yanlış ikilem (false dilemma). Sadece iki seçenek varmış gibi sunarak diğer olasılıkları göz ardı etmek. Yani “ya benimsin, ya toprağın”, “ölümü gösterip sıtmaya razı olmak” v.s Bu dünyaya bir defa geldim. “Din” dahil hiçbir şeye körü körüne inanıp savunucusu olamam. Herhangi bir durumu, kişiyi, partiyi, düşünceyi, akımı eleştiriyorsam diğerini savunuyor değilim. Sağcı değilsem, bu solcu olduğum anlamına gelmez ya da tersi. Dünya istisnalar hariç iki boyutlu şeylerden oluşmuyor. Üçüncü, dördüncü, beşinci, hatta sonsuz sayıda yol, bakış, doğru olmak zorundadır. Hele ki o konuşlandırılmaya çalıştırıldığın iki alan da yanlışlarla doluysa…
Safsataların esiri ve muhatabı olmadığımız günler görmek dileğiyle
İyi Pazarlar
Sevgili Elif,
Oncelikle beni yeniden bu ortama ekledigin icin tesekkurler. Ðilbilgisi uzerine yazdigin bu yazi icin ayrica minnetarim, cunku dilimiz gercekten cok guzel ve farkli bir dil. Yabancilarin yorumlarindan (esimin ve baskalarinin) cikardigim; yeni ogrenenler icin cok mantikli ve kuralci bir dil olmasi, sonra da belirttigin gibi “vurgulama” gibi bircok ozelliklerinden dolayi dililmizi baska dillerle kiyaslanmayacak kadar ozel yapiyor. Turk diline gosterdigi ilgi ve onem icin Ataturk’e ne kadar dua etsek azdir.
Iyi haftalar,
Aydin Erturk
Sent from my T-Mobile 5G Device
Get Outlook for Androidhttps://aka.ms/AAb9ysg
BeğenLiked by 1 kişi
Merhaba Aydın Bey. Çok yoğun ve yorgun bir hafta geçiriyorum, gecikmiş cevap için özür dilerim. Bence öğrenilmesi en zor dillerden biri Türkçe. Ve bu yüzden şöyle bir iddiam var: “Türkçeyi öğrenen herkes başka bir dili rahatça öğrenir”. Sadece dilbilgisi değil, eşsesli yani yazılışı aynı, anlamları farklı binlerce kelime var. Mesela Fransızcada ve Arapçada bir kelime, sadece bir şeyi ifade ediyor. Uluslararası antlaşmalarda Fransızcanın yer almasından birinin bu olduğunu düşünüyorum. Bizim için keyif ve zenginlik olan ama yeni öğrenenlerin çok zorlanacağı diğer konu ise kelimelerin sonuna getirilebilecek ekler. Bunun sınırı yok ve Türkçe öğrenenler için bu bir zulüm. Onlar açısından en kolay nokta Türkçenin yazıldığı gibi okunması. Tabii kendi dil kurallarına alıştıkları için ilk zamanlarda zorlanıyorlar ama bir harfin sadece bir sese karşılık gelmesi avantaj. Mesela “Pacific Ocean”ı telaffuz ettiğimizde “C” harfini üç farklı şekilde seslendiriyoruz.
Yorumunuzu görmek güzel. Teşekkür ederim 🙂
BeğenBeğen
Merhaba Elif, yine emek emek bulmuşsun bir konu. Alışıldığı üzere akıcı dilin sayesinde sıkılmadan okudum, teşekkürler. Benim cümle kurarken uzak durduğum ise “yemek” fiilinin çeşitli halleri. Yemek eylemi ben yaparken nasıl “yi”yorum oluyor aklım almıyor. Popüler kullanımlar içinde nefret ettiğim “bir tık” ve konuyla alakası olmasa da her duyduğumda suratımı ekşittiğim “pardon”.
BeğenLiked by 1 kişi
Merhaba Barış. “Yemek” ve “demek” aynı mantıkla Türkçede yer alan iki kelime. Eski kaynaklarda kelimenin esas hali “yi” ve “ti/di” şeklinde yer alıyor. Demek ki asıl hali “yimek”, “dimek”. Yiyecek, diyecek, diyorum v.s Çok zorlayıcı tabii. Zaman zaman yi/di olurken, kimi zaman da ye/de oluyor. Bu durumu Türkçeyi öğrenmeye başlayan birine anlatamazsın, nasıl anlatacaksın 🙂 “bir tık”tan ben de haz almıyorum ama bunu karşılayacak tek bir kavram da Türkçede pek yok. Bir adım, bir sonraki aşama, bir üst model v.s Şimdi sen söyleyince dikkat ettim de bizim durum belirten kelimelerimiz de çok az. Bir şeyin en üst noktası “doruk”. Hadi Arapçadan da yardım alalım “zirve” ve eskiden kullanılıyor olsa da şimdilerde kullanılmayan “şahika”yı ekleyelim. İngilizceye bakıyorsun “apex, climax, summit, peak, pinnacle, heyday, top, high, vertex, culmination, acme, apogee, zenith, meridian uzar da uzar. Hepsinin karşılığı bizde “doruk”. Maksimum ekleyebileceğin “tepe noktası”, “en üstteki” v.s ki onlar da tek bir kelime değil. Oysa Türkçenin yapısı yeni kelime üretmeye ne kadar da müsait ama çok tembel kalmışız.
Teşekkür ederim Barış, yorumunu görmen güzeldi 🙂
BeğenBeğen