Kadim bir söz vardır: “Aramakla bulunmaz ama bulanlar arayanlardır.” Bu söz, bilhassa manevi ve entelektüel keşiflerin, salt istemeyle ya da yüzeysel bir çabayla değil, derin bir arayışın neticesinde gerçekleştiğini ima eder. İnsanın peşine düştüğü şeyin, yalnızca ona ulaşmak için değil, aynı zamanda dönüşmek için de bir vesile olduğuna dair derin bir bilgelik barındırır.
Ancak burada ilginç bir paradoks beliriyor: Eğer aramakla bulunmuyorsa, aramak neye yarar?
Diyalektik düşüncenin ışığında “her şey, aynı zamanda zıttını içinde barındırır” diyerek bu sözün zıttı gibi görünen bir kavramdan bahsetmek isterim: “serendipity”. İngilizcede serendipity kelimesi: “planlanmamış, beklenmedik bir şeyi şans eseri bulmak” manasına geliyor. Bir anlamda “insanı mutlu eden tesadüf/şanslı kaza”… Hikayesi ise bir masal kadar renkli. Kelime, 18. yüzyılda İngiliz yazar Horace Walpole’un bir mektubunda ortaya çıkıyor. Walpole, Serendip’in Üç Prensi adlı eski bir Pers masalından esinlenmiş. Masalda prensler yolculukları sırasında hiç aramadıkları şeyleri tesadüfen buluyor ama bu tesadüfler onların keskin zekaları ve gözlem güçleri sayesinde değerli keşiflere dönüşüyor.
Ama bu masalın derinine inelim biraz. Serendip, Sri Lanka’nın eski adı. Prensler yolculuklarında kayıp bir deveyi tarif ediyorlar: Bir gözü kör, sırtında bal taşıyor ve bir yanında yağ yüklü. Bunu deveyi görmeden, sadece yoldaki izlerden anlıyorlar. Sanırım serendipity’nin özü burada saklı: Görmediğin bir şeyi, gördüklerinden çıkarabilmek…
Serendip (Sri Lanka) topraklarının pek çok din için manevi bir tarafı vardır. İnanışa göre Hazret-i Adem’in cennetten yeryüzüne indirildiği ilk yer Serendip’teki Adam’s Peak (Adem Tepesi) olarak da bilinen dağdır. Ne ilginçtir ki, insanlığın yeryüzündeki ilk “buluşu” da bir anlamda bu topraklarda gerçekleşmiş oluyor. Adem’in ayak izinin bulunduğuna inanılan bu dağ, bugün hala Müslümanlar, Hıristiyanlar, Budistler ve Hindular için kutsal bir ziyaret mekanı. Belki de serendipity kelimesinin bu topraklardan çıkması bir “tesadüf” değil. En büyük keşiflerin, en kadim hikayelerin toprağından filizlenen bir kavram bu…

Bilim dünyası serendipity yani “şanslı kazaların” örnekleriyle dolu. Fleming “penisilin”i aramıyordu ama küflü bir petri kabındaki “hata”yı fark edecek kadar uyanıktı. Arşimet altının saflığını test etmenin yolunu bulmak için kafa patlatıyordu ama çözümü hamamda buldu. Kristof Kolomb Hindistan’ı ararken Amerika’yı keşfetti (gerçi bu biraz tartışmalı bir örnek). Röntgen, X-ışınlarını keşfettiğinde bambaşka bir deney yapıyordu… Örnekleri çoğaltmak mümkün. Bu tür keşifler, aramanın değil, hazır olmanın, açık fikirli olmanın ve tesadüfleri fark edebilmenin sonucudur. Serendipity, bir bakıma, hayatın bize sunduğu sürprizlerle dolu bir kutudur. Bu kutuyu açabilmek için, bazen aramayı bırakıp etrafımızda olup bitenlere daha dikkatli bakmamız gerekir. Yani: “Tesadüf, hazırlıklı zihnin mükafatıdır” diye bir aforizma yumurtlasam sanırım yanlış olmaz 🙂
Peki bu iki kavram – kadim sözümüz ve serendipity – gerçekten birbirine zıt mı? Bence değil, aksine birbirini tamamlıyor. Şöyle düşünelim: Arayış, zihnimizi ve gözlerimizi açık tutar. Bir şeyi aktif olarak ararken, aslında başka şeyleri fark edebilme potansiyelimizi de artırırız. Mesela Newton, kütle çekimini keşfettiğinde, kafasına elma düşmesini bekleyen biri değildi. O, zaten doğanın yasalarını anlamaya çalışan, sorular soran biriydi. Yani elma kafasına düştüğünde, bunu sıradan bir olay olarak değil, devrimsel bir bilgiye açılan kapı olarak gördü.
Gündelik hayatta da bu prensip işler. Wikipedia’da bir konuyu araştırırken bambaşka bir konuya atlayıp oradan başka bir konuya geçerek saatlerce kaybolmak… Youtube’da veya bir video/müzik sitesinde bir parçayı dinlerken öneri algoritmasının bize keşfettirdiği yeni şarkılar… Bunlar modern bir serendipity biçimi değil mi? Ancak bu anları yakalayabilmek için zihnimizin uyanık, ruhumuzun keşfe açık olması gerekir.
Hayat bize sürekli işaretler gönderiyor. Bazıları çok belirgin, bazılarıysa ancak dikkatli bakınca görülebilecek ebatta…
Japon kültüründe “wabi-sabi” diye bir kavram var: Mükemmelsizliğin, geçiciliğin ve tamamlanmamışlığın güzelliğini anlatan bir düşünce biçimi. Belki de arayışlarımıza böyle bakmak gerek. Mükemmel sonucu aramak yerine, yolculuğun getirdiği beklenmedik güzelliklere açık olmak.
Kim bilir günümüzde ihtiyacımız olan şudur: İçinde bulunduğumuz çağın hızında kaybolmadan ama onun sunduğu “tesadüfi keşif” imkanlarını da kullanarak yavaş ve derin bir “arayış kültürü” geliştirmek. Serendipity’nin kıymetini artırmak için aramayı bırakmadan ama aynı zamanda akışa da güvenerek ilerlemeliyiz. Belki de en iyi keşifler, “aramak” ile “bulma”nın arasındaki o ince çizgide durarak gerçekleşir. İşte o zaman, rastlantılar anlam kazanır, tesadüfler bir hikayeye dönüşür ve aradığımız şey, bizi hiç ummadığımız bir anda buluverir.
Nihayetinde “arayış” ve “tesadüf”, hayatın bize sunduğu en güzel dansın iki partneridir. Biri olmadan diğeri eksik kalır. Önemli olan bu dansa katılmak; bazen liderlik etmek, bazen de akışına bırakmaktır. Ve belki de en önemlisi, bu dansın hiç bitmemesini dilemektir. Çünkü hayat, aradığımız şeylerin peşinde koşarken, aramadığımız güzellikleri kucağımıza bıraktığı bir yolculuktur…
İyi Pazarlar
1 Comment