YAVUZ’A VEZİR OLMAK

Osmanlı tarihinde sayılar değişiklik gösterse de yaklaşık 220 farklı kişinin Vezir-i Azamlık görevine getirildiği kabul edilir. İçlerinden 45’i idam edilmiş. Yani her 5 vezirden 1’i padişahın emriyle öldürülmüş. Korkunç bir oran… Tespit ettiğime göre dünya tarihinde hem bürokratik hiyerarşi içinde, hem de devletin üst kademelerinde görev yapanlar arasında bu kadar ölümcül bir orana yaklaşan başka devlet, imparatorluk, kurum v.s bulunmuyor. Hatta hiçbir meslek grubunda dahi böyle bir ölüm oranı yok. Osmanlı’nın sadrazamlık makamı, siyasi tasfiye mekanizmasının neredeyse kurumsallaştığı ender örneklerden biridir. Başka hiçbir imparatorlukta bu kadar uzun vadeye yayılmış, “makamın doğal uzantısı olarak infaz” görülmemiştir. Yani bu ölüm oranı sadece yüksek değil, aynı zamanda sistemli ve devlet aklı tarafından içselleştirilmiş bir uygulamadır. İşin ürkütücü yanı da burada.

“Osmanlı neden çöktü” sorusunun cevapları arasında ilk sırada “merkezi yönetimin zayıflaması” vardır. Sürekli değişen vezirler, tutarlı politika yürütmeyi zorlaştırır. Bu da başarısızlıklara, dolayısıyla daha fazla idam ve değişikliğe yol açar. Vezirler “kelle korkusu”ndan dolayı büyük riskler almaktan çekinince, neredeyse bütün kararları padişaha bırakmış böylece sistem daha da otokratik hale gelmiş. Uzun vadeli projeler ve reformlar yerine, padişahı memnun edecek hızlı çözümlere odaklanma eğilimi güçlenmiş. Hayatta kalabilmek için güçlü koruyucu ağlar kurmak zorunlu hale gelmiş. Bu da “kayırmacılığa” sebep olmuş. Böylesi bir ortamda merkezi yönetimin zayıflamasından daha doğal ne olabilir?

Yavuz Sultan Selim sekiz senelik iktidarı boyunca altı farklı sadrazamı göreve getirmiş, padişahlığının ilk beş yılında üç vezirinin ölüm emrini vermişti. Döneme şahitlik edenler birine beddua etmek için “Selim’e/Yavuz’a vezir olasın” derlermiş. Hatta anonim bir beyit vardır:

“Rakibin ölümüne çare yoktur

Vezir ola meğer Selim’e” 

“Yavuz’a vezir olasın” bedduası, ilk bakışta tuhaf bir paradoks içerir. Neden birine kötülük dilerken önce en yüksek makamlardan birine ulaşması isteniyor? Bu ifade, sadece bir lanet değil, aynı zamanda insanın kendi iç çelişkilerinin, bastırılmış arzularının ve kıskançlığının mükemmel bir kristalizasyonudur. Normal beddualar doğrudan zarar diler; kişiyi aşağı çekmeyi hedefler. Zengin fakirleşsin, güçlü güçsüzleşsin, mutlu mutsuz olsun. Beddua, doğrudan bir öfke dışavurumu değildir her zaman. Bazen hasetle harmanlanmış, estetikle süslenmiş bir ölüme davet mektubudur. Burada dikkatimi çeken ilk şey, “önce vezir ol” dileğidir. Yani bedduayı eden kişi, muhatabının aslında o makama yükselebilecek zekaya, kudrete ya da şansa sahip olduğunu kabul ediyor. Ama onun o kudretin keyfini süremeden ölmesini istiyor. Buradaki çarpıklık, klasik insan doğasına dair bir şey söyler: Düşmanımızın dibe çökmesini değil, zirvedeyken düşmesini isteriz. Çünkü ancak o zaman düşüşü gerçek anlamda trajik olur. Yani sadece acı vermek değil, aynı zamanda acının bir tür estetiğini yaratmak…

“Haset” ve “kıskançlık” çoğu zaman birbirine karıştırılır ama farklıdırlar. Kıskanç: “ben de istiyorum” der; haset ise: “onda olmasın” der. “Yavuz’a vezir olasın” bedduası, saf bir haset ürünüdür. Çünkü bu dilekte bulunan kişi, vezirlik istemez. Onun yerine, başkasının o koltuğa oturmasını, orada otururken de ölümün soğuk nefesini hissetmesini ister. Aslında insanoğlu, ölümden değil, ölümün zamanlamasından korkar. Uğruna yıllarca çalıştığı şeye kavuşamadan ölmek değil; kavuşup da o zevki yaşamadan ölmek en ağır olanıdır. Bu hissin Psikoloji’de bir adı var mı bilmiyorum ama ben bu duruma “hedonik yıkım” diyorum. Bu beddua da tam olarak bunu içerir: Zirvede öl… En güçlü, en mutlu, en görünür olduğun anda. Ölüm, sadece bir son değil, bir gölge gibi senin zaferinin üzerine düşsün. Yani bu dilek, salt fiziksel bir yok oluş değil; bir anlam kaybı, bir haz iptali, bir hayat ironisidir…

Bu kadar fazla vezir infazları gerçekleşirken nasıl olur da Osmanlı’nın her paşasının gönlünde vezirlik yatıyordu?

Osmanlı sarayının taş duvarları arasında yükselen en ölümcül arzu, taht değil; onun bir altındaki basamaktı: vezirlik. Sadrazamlık, görünürde bir görevdi ama aslında kudretin ete kemiğe bürünmüş haliydi. Her emrin altında bir hüküm, her kaftanın altında bir ego saklıydı. Ve işte tam da bu yüzden, birçok paşa, infaz tehdidine rağmen o makama kör bir tutkuyla tırmanmaya devam etti. Çünkü bu bir görev değil, bir sarhoşluktu. Bu sarhoşluğun tıbbi adı ise bugün modern psikolojide karşılığını buldu: Hubris Sendromu.

Şurada kısaca değindiğim:

Hubris sendromu, gücün uzun süreli kullanımının kişide narsistik bir bozulma yaratmasıdır. Kişi, kendini tanrılaştırır; eleştiriyi hainlik, sınırı ise aşağılama olarak algılar. Kendi doğrularını mutlaklaştırır. İşte Osmanlı paşalarının vezirlik sevdasında da, günümüzde koltuk sevdalılarının yüzünde de bu bozulmanın izleri okunur. Koltuğa oturmak değil, koltuğun kendisi olmak isterler. Tıpkı Koca Sinan Paşa gibi.

Beş kez sadrazam olmuş Koca Sinan Paşa’ya, bir gün artık yaşlandığı, görevi bırakması gerektiği söylenir. Cevabı ibretliktir:

“Ben bırakırım da bu kaftan hep öpülmek istiyor.”

İşte bu cümle, hubris sendromunun bir fragmanıdır adeta. Paşa, gücün değil, güce gösterilen saygının tiryakisidir. Kaftan onun için bir elbise değil; “kutsal bir uzuv”dur. Artık kendi istemese bile kaftanı öptürme ihtiyacı onun yerine karar vermektedir. Bu, yalnızca Osmanlı’ya özgü bir hırs değil; tüm zamanlara ait bir insanlık trajedisidir. Bugün de benzer bir tutkuyu, siyasi liderlerde, yönetici elitlerde, büyük holding patronlarında, hatta sosyal medya figürlerinde görebiliriz. Güce doymak mümkün değildir. İktidar bir kere tadıldığında, ondan vazgeçmek sadece ahlaki değil, psikolojik olarak da mümkün olmaz. Çünkü o güç, sahibinin kimliğini ele geçirir. Artık kişi değil, koltuk konuşur.

Osmanlı’da başta idam edilen vezirler olmak üzere devletin, haksız kazançla zengin olmuş yüksek mevkideki görevlilerin mallarına istediği zaman el koyabilme (müsadere) yetkisi vardı. (Mesela yukarda bahsettiğim Koca Sinan Paşa öldüğünde 600 bin duka altını varmış, ki diğer mal varlıklarını saymıyorum bile.) Aslında “devlet” ile “birey” arasında “güvensizlik sözleşmesi” imzalamak gibi bir durum yaşanmış. Devlet, halkına güvenmez; halk da devlete. Müsadere tehdidiyle yaşayan devlet adamı, her an tetiktedir. Bu tetikte olma hali, onu hileye, entrikaya, gölge oyunlarına yönlendirir. Böylece sistem içten içe çürür ama görünürde hala ayaktadır. Yani gücün gösterisi devam eder ama o gücü taşıyanlar içten içe erir. Bu yüzden birçok devlet adamı, sahip olduklarını ailesine miras bırakabilmek ya da tabir-i caizse parasını aklamak için vakıf kurma yoluna giderdi. Çünkü vakıf malına el konamazdı. Hukukun değil, dini kalkanların gölgesinde bir korunma arayışıydı bu. Müsaderenin geçmediği tek yer olan vakıf hukuku, bir çeşit “mülkiyet kaçakçılığına” dönüştü. Sokollu Mehmed Paşa’dan Köprülü Mehmed Paşa’ya kadar pek çok sadrazam, muazzam vakıflar kurarak miraslarını “koruma”ya çalıştı. Bugün İstanbul’un dört bir yanındaki vakıf eseri camiler, medreseler, hamamlar aslında korkunun taşlaşmış halidir…

Vakıf mallarına dokunmak, dini açıdan “haram” kabul edilirdi. Böylece dünyevi servet, uhrevi bir kılıfla korunmuş oluyordu. Bu yüzden çoğu eski vakıflara ait vakfiyelerinde yani o vakfın işleyişini anlatan belgelerde hem hayır duaları yer alır, hem de beddualar: “Kim ki bu vakfın şartlarını değiştirirse, Allah onu kör etsin, soyunu kurutsun, toprağa girdiğinde kabri daralsın” v.s Bu tür dualar, aynı zamanda Osmanlı hukukunun dinsel motiflerle nasıl sarıldığını, dokunulmazlık zırhının sadece ahlaki değil, metafizik olduğunu gösterir.

Ne kadar doğrudur bilmiyorum; Yahudi patron, performansını beğenmediği ya da bir nedenden dolayı sinir olduğu çalışanını önce müdür yapar, sonra da işten atarmış. “Maaşına zam, işine son” gibi. Müdürlüğün hazzına varan kişi yeni iş ararken o yetkinlikte olmasa bile artık alt statülerde iş aramaz, müdürlük pozisyonlarına bakar ve iş bulamazmış. Bu durum da esasında “Yavuz’a vezir olmak” gibi ama beslendiği damar çok daha farklı. Her neyse, umarım bu tarz bir bedduayı eden de, beddua edilen de olmayız…

İyi Pazarlar

Yorum bırakın