ATATÜRK İLE BARIŞ(AMA)MAK

İnsan zihninin en karanlık köşesinde, en soğuk tonlarda gezinen bir kelime var: “nefret”. Ama bu kelime, sandığımız kadar net, yalın ve evrensel bir duyguya mı karşılık gelir, yoksa kavramsal bir bulanıklığın ürünü mü?

“Nefret”, sözlüklerde çoğunlukla “birine ya da bir şeye karşı duyulan aşırı tiksinti, düşmanlık ve yok etme arzusu” olarak tanımlanır. Ancak bu tanım, hem fazla geniş hem fazla yüzeysel. “Nefret”, doğuştan gelen bir duygu değil; bebekken nefreti bilmeyiz, nefret etmeyi öğreniriz. Bir anne, çocuğuna: “şunlar şöyle insanlardır” dediği anda ilk nefret tohumu atılır. Bu yönüyle nefret, “duygu”dan çok bir “davranış biçimi”, “alışkanlık”, “ideolojik pozisyon” ya da “düşünsel kabuk” gibidir.

Psikolojide, “evrensel duygular” diye bir görüş vardır. Kültürden, yaşanılan coğrafyadan bağımsız olarak neredeyse tüm insanlarda gözlemlenen temel duyguların “sevinç”, “üzüntü”, “korku”, “öfke”, “tiksinme”, “şaşkınlık” olduğu kabul edilir. Bu duygular, yüz ifadeleri ve fizyolojik tepkilerle evrensel bir şekilde ifade edilir ve genellikle biyolojik temellere dayanır. “Nefret”, bu temel duygular kadar net bir biyolojik ya da evrimsel işlevi olan, doğrudan gözlemlenebilir bir duygu olarak sınıflandırılmaz. Bunun yerine, genellikle daha karmaşık, öğrenilmiş bir tepki olarak görülür. Mesela şu makalede nefretin duygu olmadığı, öğrenilmiş bir davranış olduğu belirtilmiş:

https://www.psychologytoday.com/us/blog/common-sense-science/202502/why-do-we-hate

Nefretin tamamen bir duygu olmadığı ya da yalnızca öğrenilmiş bir tepki olduğu görüşüne tam olarak katılmıyorum ama bu görüşlerin haklı yönleri olduğunu düşünüyorum. Bence nefret, hem duygusal hem de bilişsel öğeleri barındıran karmaşık bir fenomendir. Öfke ya da korku gibi temel duyguların uzun süreli, yönlendirilmiş ve anlamlandırılmış bir hali olarak görülebilir. Örneğin, birine ya da bir şeye duyulan nefret, o anlık bir öfke patlamasından farklı olarak, zamanla zihinde işlenir, hikayelerle beslenir ve bir tutum haline gelir. Ancak, bu sürecin tamamen öğrenilmiş olduğunu söylemek de eksik kalır; çünkü nefretin yoğunluğu, bazen fizyolojik tepkilerle (kalp atışının hızlanması, stres hormonlarının artması) kendini gösterir ki bu, onun duygusal bir boyutu olduğunu düşündürür. Nefret’in doğuştan gelmediğini, evrensel duygular arasında olmamasını anlayabiliyorum ama tamamen bir alışkanlık olarak görmenin de indirgemeci olacağını. Nefret, insan olmanın hem en ilkel hem de en karmaşık yönlerini yansıtan bir ayna gibi; ne sadece bir duygu, ne de sadece bir davranış. Belki de bu yüzden, onu anlamak ve onunla baş etmek bu kadar zor…

Peki neden nefret kelimesi bu kadar sık kullanılır? Çünkü biz çok farklı his kümelerini aynı çuvala koyup adına “nefret” demeye alıştık. İki örnek ile detaylandırmaya çalışayım:

Biri sana ya da sevdiğin birine gerçekten zarar vermiş. Hakarete, ihanete uğramışsın, belki fiziksel ya da psikolojik şiddet görmüşsün. Bu kişiyi gördüğünde, sesini duyduğunda huzursuzluk hissi olur. Onu affedemezsin ama ondan korkmazsın da. İntikam da istemezsin belki. Fakat artık o kişiye karşı içten, derin bir mesafe vardır. Bu durumda karşımızdakine beslediğimiz duyguya “nefret” diyoruz.

Şimdi başka bir örnek düşünelim: Hiç karşılaşmadığın, tanımadığın, yaşarken varlığına bile tanık olmadığın birine karşı içten içe kötü duygular besliyorsun. Bu kişi sana hiçbir zarar vermemiş ama sen onun hakkında olumsuz hikayeler dinlemiş, onun varlığını bir tehdit olarak konumlandırmışsın. Ona karşı geliştirdiğin olumsuz his, aslında sana aktarılan fikirler, duyduğun anlatılar, maruz kaldığın ideolojik kalıplar tarafından inşa edilmiş. Bu duyguya da “nefret” diyoruz.

Birinci olayda “direktlik” yani şahit olma, o anı yaşama, deneyimleme var. İkinci olay ise tamamen “dolayım” sonucu ortaya çıkmış. Ama biz her iki hisse de “nefret” adını vermişiz.

Biraz daha spesifik örnek vereyim: askerlik görevini yerine getirirken PKK’lılarla yaşadığı çatışma sonrası bir uzvunu kaybeden ya da o çatışmada eşini, babasını, evladını yitiren birinin PKK terör örgütüne duyduğu hissin adı ile hiçbir donanımı olmadığı halde kişisel ilişkilerinden dolayı şoförlükten milletvekilliğine uzanan bir kariyere sahip olan ve sırf vekil olduğu için ölene kadar bu halkın ödediği vergilerle kendisine maaş ödenecek bir meczubun hiç görmediği, yaşamadığı, tanıklık etmediği sadece bazen fesli bir şizofren, bazen sümüklü bir imam tarafından söylenilen sözlerle Atatürk’e ve o döneme dair “Kanlı 1923 darbesi” ifadesini kullanarak duyduğu hissin adı aynı olabilir mi? Ben birinci duruma “sızgınlık” adını veriyorum. Yara almış bir ruh, zararın telafisi yok, adalet yerine getirilmemiş ve bu yüzden kapanmayan ve kapanmayacak bir “sızı” var. İkinci durumun adı ise “kızgınlık”. Doğrudan yaşanmamış ama duyumsanarak içselleştirilmiş bir rahatsızlığı temsil ediyor. Kızgınlık, “bağlamdan kopuk öfke”dir. Sıcak ama sığ bir duygudur. Temelsiz değilse bile, “kişisel olmayan” bir rahatsızlıktan beslenir. Medya, aile, siyaset, eğitim gibi dışsal kaynaklardan pompalanır. Ve bu yüzden çok yayılır, çok bulaşır.

Neyse biz “nefret”e geri dönelim. Siyasal iletişim, çoktandır duygularla yönetiliyor. Özellikle nefret gibi yüksek gerilimli duygular, kitleleri konsolide etmenin en hızlı yolu. Bugün Türkiye’de sağcı, solcu, muhafazakar, milliyetçi, Kürtçü, liberal neredeyse her blok kendi kitlesini mobilize etmek için bir düşmana ihtiyaç duyuyor. Düşman bazen “terör”, bazen “Batı”, bazen “devlet”, bazen “rejim”… Ama bu düşman figürlerinin çoğu, belli dönemlerde değişebiliyor. Daha bir sene evvel muhalefeti terör örgütü ile ilişkilendirenler, “Ankara’da, İstanbul’da seçimi muhalefet kazanırsa su sayacınızı okumaya teröristler gelecek” diye propaganda üretenler şimdi aynı kişilerle birlikte yürüdüklerinden bahsedebiliyor. Sağcısı, solcusu, Türk, Kürt, Alevi, Sünni herkes herkesle bir araya gelip barışabiliyor, ne güzel! Aslında halk zaten küsmedi, hep barışıktı ama siyasetçiler kendilerine bir tür söylev alanı yaratmaya çalışıyorlar. Sonuçta bu ülkede siyaset, yeri geldiğinde kendi dışkına düşman olup onunla bile kavga etmek ve kitleni de o dışkıya düşman etmeye çalışmak anlamına geliyor.

Eli kanlı örgütle bile barışma noktasına gelenler, her fırsatta Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesini geçtim devletin kendisine bile küfür edip “Cumhuriyet’in ne hayrını görmüşüm” diye eleştiriyle yaklaşanlar tek bir isim ile barışamıyor: Mustafa Kemal Atatürk… Barışmama ya da barışamama nedenlerini anlıyorum. Çünkü Atatürk, gerçek bir yüzleşme gerektiriyor. Onunla barışmak, yalnızca bir siyasi figürle değil, kendi modernleşme hikayenle, kendi çelişkilerinle, kendi geride bırakmak zorunda kaldığın kimliklerle de barışmak demek. Atatürk’ü reddetmek, sadece bir kişiyi değil, onun temsil ettiği ortak yurttaşlık, akılcılık, laiklik, kadın özgürlüğü gibi değerleri de reddetmek anlamına geliyor. O yüzden kolay değil. Atatürk ile barışmak zor, çünkü o, bugünkü siyasetin “anlık menfaat pazarına” uymaz. Koalisyona girmez. Seçim hesapları yapmaz. Mücadeleyi zamana yayar, sabır ister. Bugün o mücadeleye bile sabrı olmayanlar, Atatürk’ü ya bir heykel gibi kutsar, ya da bir hayalet gibi lanetler. Ama ne kutsamalar, ne lanetlemeler hakikati gölgeler. O, bu coğrafyanın en net aynasıdır. Ve bazıları bu aynaya bakmak istemez. Çünkü aynaya bakan, yalnızca bir lideri değil, kendisini de görür. Hangi korkuların, hangi aidiyetlerin, hangi çarpıtılmış anlatıların içinde yetiştiğini… Kendi nefretinin aslında kendi eksikliğinden doğduğunu fark eder.

Bu ülkede “gerçek” barış isteniyorsa ilk barışılacak kişi Atatürk’tür, sonrası zaten gelir.

İyi Pazarlar

3 Comments

      1. Sevgili Elif, herzaman oldugu gibi cok guzel bir yazi olmus. Ulkemizin cok garip ve yureklerimizi yakan bir zavalli durumudur Ataturk nefreti, kini, ya da dusmanligi. Buna sonradan ogrenilmis bir olgu ya da halk arasinda “doldurusa gelmek” de denebilir, bir ulkede kendi kurtaricisina boyle nankor davranan baska bir toplum yoktur. (Hele hele, Ataturk gibi ulkesinin disinda heykelleri ve sayginligi daim olan baska bir kurtarici yok.) Ornegin, hic bir Amerikali Lincoln veya Jefferson gibi kurucu liderler hakkinda kotu bir soz soylemez, onlardan nefret ettigine dair bir soz duyamazsiniz.

        Ama maalesef, nedeni bir cok cahil aile ici egitiminden, haci-hocadan veya bazi parti teskilatinin beyin yikamasi nedeniyle Ataturk nefreti ve dusmanligi surup gidiyor. Bence, ulkemizin en buyuk bas belasi cehalet, surekli sulandirilan egitim sistemi, ve koru korune inancin insanlarin okuyup Ataturk’u anlamasinin onune set cekiyor ve boylesine kotu niyetli insanlarin surekli yesermesine ortam yaratiyor.

        Iyi haftalar dilerim,

        Liked by 1 kişi

elifgilbazata için bir cevap yazın Cevabı iptal et