SIRA KÜLTÜRÜ

Bir ülkenin gelişmişlik düzeyini gösteren bir yığın parametre vardır. Ekonomik veriler, sağlık hizmetleri, eğitim düzeyi, adalet sistemi v.s. Bunların yanında herhangi bir bilimsel veriye dayanmayan toplumsal davranışlar da o ülke hakkında fikir vermektedir. Mesela “sıraya girme” alışkanlığı. Alışverişte, toplu taşım araçlarını beklemede, başvurularda, konser veya bir spor müsabakasını seyretmek için stadyuma girme esnasında ve örnekleri çoğaltabileceğimiz birçok durumda ortaya çıkan düzen ya da düzensizlik o ülke ve toplumun gelişmişlik seviyesini belirlemede yardımcı olur. Sıraya girmek, sosyal adaletin en önemli yansımasıdır. Renk, dil, din, statü, yaş, cinsiyet gibi faktörlerin önemsizlendiği, herkesin eşitlendiği bir alan. “Eşitlik” ve “adalet” çoğu kez aynı manaya geliyor gibi olsa da aslında birbirinden farklıdır. Mesela bir bankada sıra beklerken bankanın kendi müşterisini, kendi müşterisi olmayan kişilerden önce işleme alması eşitlik taşımayan ama adil bir uygulamadır. Eşitlik mi önemli yoksa adalet mi? Her fırsatta “adalet”i yüceltip duruyoruz, çok da haklıyız ama bu biraz kitabın ortasından konuşmak gibi oluyor. Bence adaletin öncülü eşitlik. Eşitliğin olgunlaşmış haline adalet diyebiliriz. Yani “eşit olmadan reşit olunmaz” diye kafiyeli bir aforizma patlatayım 🙂

Yukardaki görüntü bir konser, maç çıkışı değil. Herhangi olağanüstü bir durum da yaşanmamış. İstanbul Zincirlikuyu metrobüs durağının rutin hali. Buradaki herkesin tek gayesi otobüse binip evine, işine, okuluna ya da bir yere gitmek. Belki bu durağın bulunduğu yer iş merkezlerinin fazla ve birçok semtin ulaşım anlamında ortak noktası olmasından dolayı böyle bir yoğunluğa sebebiyet veriyor olabilir. İşe şirket aracı ile gidip geldiğim için kişisel hayatımda çok fazla toplu taşıma kullanmıyorum ama ömrümün çoğu İstanbul’da geçti. Bu durak kadar yoğun olmasa da hemen her durakta bu tarz intizam olmayan, tamamen kaosun hakim olduğu duraklara tanıklık ettim. Yani bu karmaşanın tek nedeni durağın konumu değil. Bizim toplumsal genlerimizde kaosun hükümranlığı var. Daha önce bir yazımda da bahsetmiştim: dünyaya katma değer olarak hiçbir şey sunamamış, tarih boyunca tek yaptığımız güçsüz bir toprağı fethedip yağmalayarak, vergi adı altında kestiğimiz haraç ile yaşayıp gitmiş bir milletiz. Burada fildişi kulemde yaşayıp her fırsatta sanki kendi ulusumu, ırkımı aşağılıyor, burun kıvırıyor gibi görünüyor olabilirim. Amacım asla bu olamaz çünkü ben de aynı toplumun, ortak tarihin bir parçasıyım. Bunun adı durum tespiti olabilir, hayıflanmak olabilir, bir şeylerden rahatsız olmak olabilir.

Ama şu insanlarla aynı toprakta yaşamaktan kendim ve çocuklarım adına korktuğum, utandığım hatta tiksindiğim, doğrudur…

Dağıtılan şey baklava… Temel ihtiyaç değil, yoksunluk sendromuna girmeye sebep olabilecek bir şey değil. Bu görüntüyü yoksullukla ve yoksunlukla açıklayamayız. Tamamen “yağma kültürü”. Dede Korkut Hikayeleri’nde ismi sıklıkla geçen Salur Han, sırf eğlence olsun diye halkın kendi çadırlarını yağmalamasına müsaade edermiş. Biraz tarih araştırması yapınca görüyoruz ki Osmanlı’da bu gelenek “çanak yağması” adı altında şaşaalı bir şekilde yaşatılmış. Şehzadelerin sünnetinde, bazı kutlama ve törenlerde gideri padişah tarafından ödenen, içinde bol etin bulunduğu çanaklar halkın ve yeniçerilerin önüne bırakılır onların yağmasına izin verilirmiş. Padişah, “kul”larının tabir-i caizse aç köpek gibi çanaklara saldırmasını keyifle seyredermiş. Evet tabirim kusurlu, zira köpekler gayet medeni olabiliyor.

Herhangi bir plan, program, nizam olmadan böyle bir şey dağıtma gafletine düşen organizatörlerin de o padişahlardan, devlet büyüklerinden farkı yok. Yukarda dediğim gibi bu, temel ihtiyacın dağıtıldığı bir organizasyon değil. Mesela ülkemizin en kötü günlerini yaşadığı zaman dilimlerinden olan 1999 depreminde, enkaz altında kalan değerli eşyaları bulmak yani bir anlamda yağmalamak için deprem bölgesine Türkiye’nin dört bir yanından insanlar geldiğini biliyoruz.

Sıranın, düzenin olmayıp kaosun hakim olduğu alanlarda da gerek sözlü gerekse fiziksel çatışmaların yaşanması da normal. Google’ın arama çubuğunu “kuyruk kavga” yazınca karşıma çıkan ilk haberler şöyle:

Üstteki fotoğraf 2011 yılında 9.1 şiddetinde, onbinlerce kişinin hayatını kaybettiği deprem ve tsunami sonrasında bölge halkına erzak yardımı yapıldığı yani temel ihtiyaç paketlerinin verildiği anda çekilmiş. Japonların sıraya girme konusunda meşhurluğunu anlatmaya gerek yok. Bazen sırf hobi olsun diye sıraya girdiklerini bile düşünmüyor değilim 🙂 Avrupa’nın pek çok ülkesinde sıraya girme kültürü çok değerli olsa da bu konuda en ilerde olanlar sanırım İngilizler. Bu konuda Massachusetts Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yapan Richard Larson’un çarpıcı bir araştırması var: 2011 yılındaki Londra’da yaşanan olaylarda yağmalama girişiminde bulunan bazı kişiler sıranın kendisine gelmesini beklemiş. Larson: “Yağmacıların bile medeni bir şekilde sıraya girdiği Londra’dan başka bir yer düşenemiyorum” diyor. Kimi bilim insanları bu durumun nedenini 2. Dünya Savaşı zamanında halka “karne” uygulamasının olduğunu söylemiş ama ben buna çok katılmadım. Çünkü daha önceki yıllarda yaşanmış ilginç olaylar var:

Titanik gemisinin batışının ardından bir asırdan fazla zaman geçti ama hala yeni bilgiler geliyor. Bu üzücü hadisede en fazla kaybı İngilizler veriyor. Avustralyalı öğretim görevlisi David Savage, insanların ölüm kalım anında nasıl bir davranış sergilediğini araştırmak adına 20. yüzyılda gerçekleşmiş dört deniz felaketini inceliyor. Bunlardan biri de Titanik. Yaptığı araştırma sonucunda İngilizlerin daha çok kayıp yaşama nedenlerinden birini cankurtaran botuna binmek için sıraya girmeleri olarak belirliyor.

https://www.huffpost.com/entry/more-britons-than-america_n_159719

Titanik’e bilet alıp da geç kaldığı için binemeyen ve elim kazadan kurtulan tek Türk’ün Besim Ömer Akalın olduğu söylenilir. Bir anlamda ölümden kıl payı kurtulan ve “yeryüzünün en talihli insanı benim” diyen Besim Ömer, Titanik batmadan bir sene evvel de bir deniz kazası geçirir. İsmi çok da bilinmeyen ya da hak ettiği değeri görmeyen Besim Ömer Akalın aslında bir doktordur. İlk kadın doğum kliniğinin kurucusudur. Yani bugün çağdaş anlamda doğumların gerçekleşmesine bu ülkede öncülük eden kişidir. Bir gün Anadoluhisarı’ndaki bir hastası ile olan randevusu sonrası vapurla eve döner. Yalnız aynı gün Hisar’da büyük bir panayır düzenlenmiş, çok sayıda insan katılmış ve evlerine dönmek için vapuru kullanmak istemiştir. O yıllarda da sıra, nizam falan olmadığı ve “Türk kaosu” hakim olduğu için insanlar birbirlerinin üstüne çıkarcasına vapuru hıncahınç doldurmuş. Hareket eden vapur bir süre sonra büyük kalabalık bir yönde biriktiği için vapur eğilmiş ve dört kişi denize düşmüş. Onlardan biri de Besim Ömer. Şans eseri kendisini tanıyan tıbbiye öğrencisinin uzun uğraşları sonucunda kalıcı hasar almadan kurtulabilmiş. Yani Besim Hoca iki sene içinde iki deniz faciasından kurtulmuş.

Besim Ömer Akalın’ın yaptığı en değerli şeylerden biri, ilk Türk kadın doktorlarının Türkiye’de eğitim görmesini sağlaması. 1920’lerde Tıbbiye’ye kadın öğrenci alımı yasaktır. Mesela ilk Türk kadın doktor diye bildiğimiz Safiye Ali, tıp eğitimini Almanya’da alıp yurda dönerek büyük hizmetlerde bulunmuştu. Ama Türkiye’de eğitim alıp doktor olan kadınlar Besim Ömer Akalın’ın kararlı mücadelesi sonucunda buna muvaffak oldular. Sadece bu kadar da değil; doğum kliniği açma isteği padişah Abdülhamid tarafından reddedilince bu düşüncesinden vazgeçmeyerek gizli bir klinik açmış, yüzlerce ebe, hastabakıcı yetiştirmiş, bugün Tıp Bayramı olarak kutlanılan 14 Mart 1919’da İstanbul’un işgal edilmesine karşı çıkan öğrencilerin protestolarına destek vermiş tek hoca olmuştur. Yetiştirdiği hasta bakıcılar Çanakkale Savaşı’nda büyük fayda sağlarken kendisi de o savaş süresi boyunca Kızılay’ın Genel Müdürlüğünü yapmış. Önceki yıllarda da Kızılay’ın önemli bir kurum olması için mücadele etmiş, yurtdışındaki birçok kongreye Kızılay adına katılmış. O dönemde kongreler Kızılhaç adı altında yapılırken ve Avrupa devletleri yardım kuruluşlarının amblemlerinde haç işaretinin olması gerektiğini savunurken buna itiraz ederek hilal ambleminin kabulünü sağlamış. Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra milletvekilliği de yapmış, bunca hizmette bulunmuş değerli bir bilim insanı nasıl olmuş da 1933 Üniversite Reformu sonrası görevden alınmış aklım almıyor. Araştırmalarımda mason olmasının handikabından falan bahsedilmiş ama üniversiteden kovduğun insanı milletvekili yapmışsın, bu bir tezat değil mi?

O yıllardan bugüne hiçbir şey değişmemiş gibi. Düzensizlik, hiçbir başarının cezasız kalmaması ve doktorların yaşadığı sıkıntılar… Hatalarında bu kadar ısrar eden başka bir millet var mıdır acaba?

İyi Pazarlar…

1 Comment

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s