BİLMİYORUM

Budizm öğretilerinde şöyle bir hikaye vardır:

Bir zen ustası, bir gün çölde kumların üzerinde oturmuş meditasyon yapmaktadır. Yanına bir adam yaklaşır ve “beni öğrencin olarak kabul et” der. Usta, kumun üzerine bir çizgi çeker, adama döner “kısalt” der. Adam, elleriyle çizginin yarısını siler. Usta: “şimdi git, bir sene sonra gel” der. Bir sene sonra gene aynı mekana gelir, usta yine kumun üzerine bir çizgi çeker ve “kısalt” der. Adam bu defa çizginin yarısını dirsekleriyle ve avucuyla kapatmaya çalışır. Usta cevaptan memnun değildir. Bir defa daha “şimdi git, bir sene sonra gel” der. Ertesi sene aynı işlem bir daha yapılır, usta çektiği çubuğu kısaltmasını söyler. Adam bu defa “bilmiyorum” der ve ustadan doğru cevabı söylemesini ister. Zen ustası çizginin yanına daha uzun bir çizgi çeker ve “şimdi kısaldı” der. Budist kültüründe önemli bir yere sahip olan bu hikayenin altına şöyle bir şerh düşülür: “Düşmanlarınla veya diğer insanlarla boğuşmana hiç gerek yok, bu sana da zarar verir. Senin olgunlaşıp ilerlemenle onlar zaten kendiliğinden yenilgiye uğrar.” Yani çizgiyi silmeye çalışmaya, çizgi ile uğraşmaya gerek yok; “kendine ait” yeni bir çizgi yaratman yeterli…

Bu hikayede benim dikkatimi çeken ve önemsediğim başka bir konu daha var: Adamın biraz geç de olsa “bilmiyorum” demesi, diyebilmesi. Zaman geçtikçe, bilgiye ulaşmak kolaylaştıkça özellikle ülkemizde her konu hakkında bilgi sahibi olduğunu iddia eden, birçok konuda yorum yapan “bilgi guruları” çoğaldı. Dört bir yanımız kendini Sokrates, Einstein, Nietzsche sanan insanlarla dolu. “Bilmiyorum”u kullanana rastlamak pek mümkün değil. Bu durumu mizahi bir şekilde Cem Yılmaz şöyle anlatıyor:

Hikayedeki adam “bilmiyorum”u ilk karşılaştığı anda söylemiş olsaydı, iki sene; cevap verme ısrarında devam etmeseydi, istediği şeye bir sene önce ulaşmış olacaktı. Bir şeyi bilmemek acziyet olarak görülüyor ve sanırım bu duruma düşmek istemediğimizden dolayı başkasından bir şey öğrenmeye kapalı bir şekilde hayat sürüyoruz. “Mahalle baskısı” sonucunda bazı kişiler otorite kabul ediliyor, ancak küçük bir azınlığın sözlerine itibar ediliyor. Çocukluğumdan beri mesela Hıncal Uluç’u her televizyon programında görürdüm. Bir gün siyasete dair konuşur, bir gün futbolu yorumlar, bir bakarım güzellik yarışmasında jüridir. Düzenli olarak takip edeni kaldı mı bilmiyorum, baktım hala köşe yazılarına devam ediyormuş. Bloga haftada bir defa yazı eklemeye çalışıyorum, onda bile kimi zaman zorlandığım oluyor. Çünkü “yeni” bir şey söylemeyeceksem, farklı bir bakış açısı sunmayacaksam neden paylaşım yapayım? Köşe yazıları edebiyatta “fıkra” yazıları olarak geçer. Ve fıkra yazıları her gün yazılmaz. Yurtdışında takip ettiğim birkaç gazete var, internet üzerinden köşe yazılarını okuyorum, her gün yazan tek köşe yazarı görmedim. Bizimkilerin maşallahı var, her gün konuşuyorlar, yazacak bir şey buluyorlar. Gazetelerin tirajlarını, değersizliğini, itibarsızlığını düşündüğümde aslında bomboş şeyler yazdıklarını görmek zor değil. Çünkü “anlamlı” şeyler yazsalar mutlaka karşılık bulurdu.

Neyse konudan uzaklaşmayayım, asıl derdim “bilmiyorum” ifadesi. “Cunningham Kanunu” yakın tarihe ait bir durum var. Şöyle açıklanıyor: yanlış bir bilgiyi düzeltme güdümüz, başkalarına yardım etme motivasyonumuzdan daha baskındır. Çok basit bir şekilde örneklendireyim, birine: “Cumhuriyet Bayramı ne zaman” diye sorduğumuzda cevap alamamamız mümkün ama “23 Nisan Cumhuriyet Bayramı” dediğimizde “23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramıdır” ya da “Cumhuriyet Bayramı 23 Nisan’da değil, 29 Ekim’de” diyecektir. Yani burada “gönüllü bilmiyorum” durumu söz konusu. Mesela çocuklarla iletişimde son derece işe yarıyor. Dönem dönem çocuklar nedenini bilmediğiniz bir şekilde dış dünyaya kendisini kapatır, hayata küsmüş pozisyona girerler ve bir türlü konuşturamazsınız. O durumda bir fare fotoğrafı gösterip “bu ne” derseniz kesinlikle cevap vermez ama “aa, bu kadar küçük kediyi ilk defa görüyorum” gibi bir cümle kursanız büyük ihtimalle “o kedi değil, fare” diyecektir. Farenin kuyruğunu gösterip “arka ayakları da ne kadar uzunmuş” diye devam ettiğinizde muhtemelen “orası ayağı değil, kuyruğu” diye cevap verecek ve bu şekilde iletişime açık hale getirmek mümkün olacaktır. Sadece çocuklar üzerinde değil, bütün beşeri ilişkilerde karşılığı olan bir kanun bu. Mesela Gaziantep’e gideceksiniz ve şehir hakkında Gaziantepli birinden bilgi almak istiyorsunuz ama karşınızdaki ağzından cımbızla laf alınacak cinsten. “Antep’te baklavayı nereden alayım, nerede yemek yiyeyim” diye sormak yerine “Mado’nun tatlıları, baklavaları çok güzel, Antep’te öyle bir yer var mı?” gibi bir soru sorsanız iştahlı bir şekilde “Mado da neymiş, onlar Maraşlı, baklavadan ne anlarlar. Koçak Baklavacıdan yemediysen baklava yemiş sayılmazsın” tarzlı bir cevap verecek ve bir süre sonra nerelere gitmen gerektiği konusunda seni yönlendirecektir.

“Gönüllü bilmiyorum” bir nevi kışkırtıcı, tahrik edici bir davranış olup doğru kullanıldığında son derece işe yarayacak bir yöntemdir. Evet, bu bir hile ama kime zararı var 🙂

İyi Pazarlar..

1 Comment

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s