İgnacy Jan Paderewski Polonyalı, dünyaca ünlü bir müzik adamıydı. Sonrasında politikaya girip Polonya Başbakanlığı yaptı. Fazıl Say’ın Türkiye’de Başbakan olduğunu düşünün, böyle bir durum. Paderewski Başbakan olarak Fransa’ya ziyarette bulunduğunda kendisini tanıyan müzik bölümü öğrencisi yanına gelip:
“Siz ünlü piyanist Jan Paderewski değil misiniz” diye sorar.
“Evet, benim” der Paderewski.
“Peki şimdi?” şeklinde bir soru daha gelir
“Şimdi de Polonya’nın Başbakanıyım” diye cevap verince
“Öyle mi, ne büyük bir düşüş” der genç öğrenci.
Bir benzeri de Türkiye’de yaşanmıştır. Birçok öğrenci yetiştirmiş, binlerce makale yayınlamış, Ordinaryüslük mertebesine erişmiş Fuad Köprülü, siyasete girince öğrencileri: “Politikacı Fuad Köprülü, büyük alim, Hoca Köprülüzade Mehmed Fuat’ı öldürdü” demişlerdir.

Bütün dillerde halk etimolojisi, o dilin konuşulduğu toplumların hayata bakışını anlamakta önemli bir gösterge olarak karşımıza çıkar. Mesela bizim halk kültürümüzde sanata, edebiyata, felsefeye bakışımız hep kusurlu olmuştur. “Edebiyat yapma”, “Caz yapma”, “Felsefe yapma”, “Artistlik yapma”, “Tiyatro oynanıyor” gibi ifadelerin hepsi olumsuz manada kullanılır. Bu sadece söylevle sınırlı kalmaz. Yıllarını tiyatroya vermiş, halkın tiyatroya ilgisi olmamasından dolayı maddi zorluk yaşadıkları için oyunlarını oynayamamış, tiyatrolarını kapatmış sanatçılar ancak televizyon dünyasına girip saçma sapan dizilerde oynayarak para kazanmaya başladılar. Dünyaca ünlü bir tane edebiyatçımız, düşünce adamımız yok. (Orhan Pamuk’un Nobel almasını ya da bazı çevrelerde Nazım Hikmet’in “büyük şair” olarak bilinmesini tamamen “siyasi” nedenlere bağlıyorum) Çünkü çoğu eser ya da düşünce “evrensellik” taşımıyor. Bunun yanında yukarda verdiğim iki örnekteki gibi “tutucular” da var. Uğraşılan herhangi bir alanı ulvi bir meslek ya da pozisyon gibi gören “idealistler”. Gerçi yukardaki örneklerde ana tema “politika”nın insanı sanattan, düşünmeden alıkoyan, ahlaken düşük bir zemin olarak değerlendirme var ama ben gene de onları “elitist” bakış açısı olarak ele alıyorum. Çünkü mesela Fuad Köprülü bunu söyleyenlere cevap olarak: “Denize düşen çocuğunu kurtarmak için suya atılan bir babaya hiç kimse ‘sen ilim adamısın, suya atılmayı başkasına bırak’ diyemez.” demiştir. Her neyse ben bu iki bakışı bir anlamda “sanat, sanat içindir”, “sanat, halk içindir” ayrışması gibi görüyorum. Halk: “Felsefe yapma” diye aşağılarken, elit kesim: “Felsefe’yi anlamak kolay değildir. Çok okumalısın. Düşünce sistemlerini, geçmişte yaşamış filozofların öğretilerini bilmeden Felsefe’yi anlayamazsın” gibi engel koyar. Ben bu iki düşüncenin de canı cehenneme diyerek Felsefe’den ne anladığımı paylaşmak istedim.
Philos… Sophie… Sevgi… Bilgi… Hikmet… “Bilgi aşkı”, “Hikmet sevgisi” yani “Philosopia”…
Felsefe nedir?
Bilgiye, bilmeye, düşünmeye olan açlığı her zaman bir zehir gibi algılamışımdır. Devamlı büyüyen, besledikçe azalacağına artan, arttıkça daha fazla çaba harcanacak, ters orantı ile zehirlenmiş bir enerji şekli, bağımlılık yaratan, filozofların laneti…
Düşünebilen her insan filozof mudur?
İnsan, düşünebilme yetisini potansiyel olarak barındıran bir varlık. Potansiyeli, kinetiğe çevirmek pek çok şarta/dürtüye bağlı. O zaman şöyle diyebilirim: “düşünme yetisini kullanabilen insan, düşünme yetisini hazır kalıplardan arındırdığı ölçüde filozoftur.
Hazır kalıplar nelerdir?
Bir konuda alışılmış, uygulanılması doğal, artık tek yön olmuş olgulardır. Aksi mümkün değildir zihinlerde. Ama aksi mümkün olabilecek konular da her zaman çokça vardır etrafımızda. Fakat bir konu hakkında zamanında düşünülmüş, analiz edilmiş ve sonucuna varılmış bir durum olduğunu varsayalım. Bu durumun alternatif düşünce yönüne herhangi bir serbestliği var ise ve alışkanlık ile bu serbestliği kullanmayıp hazır kalıpları tercih eden insan filozof değildir. Zira ona “papağan” diyoruz.
Düşünebilen her insanın herhangi bir konuda yaptığı çıkarım felsefik bir sonuç mudur?
İzlediğim düşünce yöntemi gereğince bu soruya şu anda “evet” demeliyim. Ama biliyorum ki bu da belli şartlara bağlı olmalı. O zaman “kısmen evet” demek daha doğru olacaktır. Kişinin konuyu tüm bilgisi ile ele alıp gözlemlerini içine katıp örnekleriyle karşılaştırıp düşünce analizlerini tamamlayıp vardığı çıkarım, bu süreçlerde ne kadar titiz çalıştığıyla orantılı olarak “kısmen felsefik bir çıkarımdır” tanımından “evet felsefik bir çıkarımdır” tanımına doğru gider.
Felsefenin bir sistemi var mıdır? Olmalı mıdır?
Düşünce akışları sistemlere oturtulabilir mi? Saydam bir olgu olarak varsaydığımız düşünceyi, oluşmuş kalıplara göre mi yönlendirmeye şartlamışız kendimizi? Felsefenin herhangi bir sistem barındırmadığını düşünmüşümdür her zaman. “Felsefenin ilkeleri, sistemleri” gibi başlıklara ve içeriklerine de garip bir hisle bakarım… Geçmişi anlamak için günün insanı elbetteki belli sistemler kurmak zorunda kalmışlar ve belli ortak noktalar/ilkeler çıkarmak ihtiyacı hissetmişler… Bilinmeyen bir öğreti, anlatı, sunum incelenmeye alındığında; anlamak ve daha önemlisi anladığını anlatmak için, incelenen konuda belli sistemler, kurallar, temeller aranmalıdır. Ama bu bulunan kriterler, bir sistemin kanıtı değildir benim için. Felsefenin başlangıcında ve oluşum sürecinde, süreci yaşayanın sisteminden ve ilkelerinden başka bir şey yoktur ve bu da kişiye özgüdür. Sonrasında aynı düşünce açılarını kullanan kişiler -izmciler- olması da doğaldır. Ve fakat “ilk” oluşum için sistem söz konusu değildir, kişinin özgünlüğünden başka.
Herhangi bir olguya felsefi bir yaklaşım için, tinsel, zihinsel bir disiplin, titiz bir düşünme süreci, analiz yeteneği, bilgi bankası, bilgi kullanma ve ayıklama becerisi, zihin oyunlarına karşı uyanık davranma bilinci ve sevgi gereklidir diye düşünüyorum.. Yoksa “Kant şunu demiş”, “Sokrates şöyle davranmış”, “Zerdüşt böyle buyurmuş” diyerek, “töz”, “tez-antitez-sentez”, “yapıbozum”, “yapısöküm” v.s gibi sadece terminolojik konuşmanın adı Felsefe bilmek olmuyor. Felsefe yani hikmeti bilmek, bilmeyi sevmek ancak yaşadığın “gerçek”liği kavramakla mümkün olur.
Kendisini filozof olarak tanımlayan biri, sevdiği bir arkadaşı ile dağ başında kamp kurmuş. Gece boyunca ona kitaplarda okuduklarını anlatmış. Vakit geç olunca da kaldıkları çadırda uykuya dalmışlar. Sabaha karşı arkadaşı “kalk, kalk” diye filozofu uyandırmış. Uykusundan uyanan filozof arkadaşına “ne oldu” diye sormuş. Arkadaşı: “ne görüyorsun” diye sormuş. Uyku mahmurluğuyla gözlerini ovalayıp yukarı doğru bakan filozof: “Gökyüzündeki muhteşem sanatı, yıldızların harika görüntüsünü, sonsuzluğun ihtişamını…” diye devam ederken arkadaşı araya girmiş: “tükürürüm felsefene çadırı çalmışlar, çadırı”demiş 🙂

Bizim garip bir sosyo-kültürel yapımız var. Şöyle ki, herhangi bir konuda ikiye bölünme ihtimali varsa o bölünme mutlaka gerçekleşiyor ve ikiye ayrılıyoruz. İşte bir tarafta “felsefe yapma”cılar, bir tarafta “felsefe yap ama…”cılar..
Herkese iyi Felsefeler, aman Pazarlar 🙂