Şöyle bir yazı gördüm:
“Ne kadar kibirli dursa da bardağın önünde eğilir çaydanlık
Öyleyse bu büyüklenme niye?
Bu kibir, bu gurur niçin?
Mütevazı ol, hatta bir adım bile geçme gurur kapısından,
Bardağı insan bunun için öper alnından”
Okuduğum metnin altında, bu sözleri söyleyenin İmam Gazali olduğu yazıyordu.

Tabii ki Gazali böyle bir şey söyleyemezdi. Mesele cümlelerin saçma olması (en azından bana göre) değil , Gazali’nin yaşadığı yıllarda “çay” Çin’den bu taraflara gelmedi henüz. Bu blogu takip edenler hatırlayacaktır, çayın tarihi ile alakalı şöyle bir blog yayınlamıştım:
Sosyal medyanın yazısız bir kuralı vardır: bir sözün kaynağı belli değil ve birine yakıştırılıyorsa, mutlaka bir başkası da başkasına mal edecektir. Bu sözü Gazali söylemediğine göre başka kim söyle(me)miştir diye bakayım dedim, Mevlana’ya da atfedenler olmuş.

Tabii ki o da çayı ve çaydanlığı hiç görmeyenlerden. Geçmişte yaşayıp insanların ruhuna olumlu anlamda dokunan insanlar maalesef artık “sosyal medya niyetçisi” oldular. “Niyet kutusu”ndan anlamlı, derin gibi görünen anlamsız cümlelerden birini çek, hesabından paylaş, altına da rastgele bir büyüğün ismini koy, al sana Edebiyat!…
Yukardaki cümleler gibi bir yığın saçma sözlerle karşılaşıyoruz. Sahiden ne yapmamızı istiyor bunu söyleyen? Bütün emeği veren zaten çaydanlık. “Bardak” boş boş dururken “çaydanlık” sayesinde işlevsel oluyor, anlam kazanıyor. “Çaydanlık” eğer kibirliyse bile bunu gayet hak ediyor. Onca emek ver, ateşin altında kayna, sonra takdiri “bardak” alsın. Saçma sapan bir metafora bu kadar cümle fazla bile 🙂
Dünyanın en değersiz şeylerinden biri nasihattir. Çünkü maliyeti yoktur. Eğer çok değerli gibi görünen bir bilgi zahmetsizce veriliyorsa biraz düşünmek lazım. Elbette çok kıymetli olabilir ama dikkat etmekte fayda var. Çünkü verilen öğütlerde sadece “cevap” vardır. “Soru”nun esamesi bile okunmaz. “Soru”nun olmadığı yerde “sorun” vardır. Çünkü insan “cevap”larla değil “soru”larla düşünür. İşte nasihatlerin kötü tarafı da budur: zihinde yeni bir kapı açmadan noktayı koyup bırakır. Bu da insanın “hazırcılık” lanetiyle zehirlenmesine sebep olur. Bir kitabevine girdiğinizde en çok ürünün kişisel gelişime yönelik olduğunu görürüz. “Üç adımda zengin olma fırsatı”, “beş adımda mutluluğu yakalamak”, “yedi adımda eşiniz size tapacak”, “dokuz adımda iş hayatında başarılı olma” gibi kerameti kendinden menkul öğretilerin yer aldığı kitaplar..
Allah aşkına, 98 günde nasıl zengin olunacağını söyleyen kitap 58,5 lira olur mu? Bu kadar değerli bir bilgi bu kadar ucuza gider mi? Hangi zengin vardır ki nasıl zengin olduğunu paylaşmış olsun? İnsan alt alta listelenmiş maddeler bütünüyle hareket edip mutlu olamaz. Yalan dolan şeyler…
Nasreddin Hoca’yı bir köye vaaz ve nasihat vermesi için davet etmişler. Hoca da “bir kese altın verirseniz gelirim” demiş. Köy ahalisi Hoca’dan bir gün müsaade istemiş. Ertesi gün kendi aralarında güç bela topladıkları bir kese altın ile Hoca’nın yanına gitmişler. Hoca köye gelmiş, güzel güzel nasihatlerini vermiş. Ayrılırken de kendisine verilen bir kese altını köylüye iade etmiş. Ahali merakla: “Hocam madem geri verecektin, ne diye ısrarla istedin” diye sorunca Hoca tebessüm ederek: “Birincisi, beni para ödediğiniz için dikkatle dinlediniz. İkincisi de, cebinde para olunca insan bir başka konuşuyor” demiş. Bu konu da biraz buna benziyor 🙂
Bazı kavramları hoyratça kullanıyoruz. Sohbet, muhabbet de bunlardan biri. İki kişinin diyaloguna sohbet diyebilmek için tarafların bütün statülerini ortadan kaldırıp “denk” olmasını sağlamak gerekir. Mesela iş yerinde patronla, çalışanın sohbet edebilmesi için patronun, üzerindeki patronluk elbisesini çıkartması gerekir. “Ben seninle patronun olarak değil, arkadaşın olarak konuşuyorum” diyen birine kuşkuyla yaklaşırım. Çoğunlukla doğru değildir bu zira insanlar “üstün” oldukları statüyü o kadar da kolay terk edemezler. Aynı şeyi ebeveynler de yapıyor. “Çocuklarımla arkadaş gibiyiz” diyen biri aslında “arkadaşlık” kisvesi ile kendisine öğretilen nasihatleri çocuklarına yüklüyordur. Aileden, akrabalardan, öğretmenlerden, büyüklerden, geçmişte yaşayanlardan, kitaplardan v.s binlerce gerekli, gereksiz nasihat ile kuşatılıyoruz. Bir süre sonra bu “nasihat zinciri”ne kendimizde dahil olup yakın veya uzak çevremize “şöyle yap”, “böyle davran” diye hikmet yumurtluyoruz. Elbette birçoğu tecrübe sonrası ortaya çıkıyor ama burada önemli olan şey “dikte etmek”. Kantarın topuzu burada kaçıyor ve ne söylenilirse söylensin, ne kadar doğru olursa olsun dikte edilerek söylenilen her nasihat karşımızdaki için bir anlam ifade etmiyor…
Geçen hafta Anneler Günü’ydü, bir şeyler karalamak istedim ama fırsat olmadı. Aklıma takılan bir konuyu irdelemek istiyordum, belki başka bir gün üzerine yazarım.
Soru basit:
“Annesinin en sevdiği yemeği bilen var mı?”. Mesela herhangi bir evde, besin değeri, fayda gibi konuları öteleyerek sırf damak tadından dolayı “bu yemeği ben çok seviyorum, siz de benimle yiyin” diye dikte edilmiş bir sofra kurulmuş mudur? Bence üzerinde düşünmeye değer 🙂
Keyifli Pazarlar..
Geç oldu ama yine de yazmak gerekir diye düşünüyorum. Patronla arkadaş gibi konuşma konusunda çok ilginçtir, Türkiye de üç yılı aşan bir çalışma döneminin ardından tekrar ABD ye döndüm. Beni bizde ki işyeri ilişkisi benim alıştığımın çok dışında olduğu gerçeği epey etkilemişti. Benim alışık olduğum, senin de söylediğin gibi patronla senli-benli ve işin dışında süren bir arkadaşlık çok özlediğim ama bir türlü bulamadığım bir realite olarak kaldı bende. Bizim insanımız iş yerinde çok farklı. Sürekli seni kim olduğun için değil, hangi makamda olduğun için saygı gösteriyor… Iyi haftalar.☺️
BeğenLiked by 1 kişi