
Dünya üzerinde “bitki” temelli en fazla tüketilen içecekler: kahve, kola ve çaydır. Neredeyse bütün dillerde fonetik olarak “kahve” ve “kola” benzerlik gösterirken “çay”da bu durum iki farklı hâl alıyor: “ti, tae, te, tee, teeh” ve “çay, ça, chai, şay” gibi. Çayın anavatanı olan Çin’in -özellikle ekimin fazla olduğu- Fujian bölgesinde halk Amoy lehçesini kullanıyor ve bu lehçede “çay”ın karşılığı t’e (theh) iken, yönetici elitin kullandığı Mandarin lehçesinde ç’a (tcha)” şeklindedir. Çayı Çin’den alıp Batı ile tanıştıran ilk ülke Portekiz’dir. Sonrasında ise Hollandalı tüccarlar bu girişim içinde bulunmuşlar. Portekizliler çayı yöneticilerle yapılan antlaşma sonucunda aldığı için “tcha” şeklini kullanmış ve kendi dillerine de “cha” olarak adapte etmişler. Aynı şekilde Hollandalılar da Fujian bölgesi ile ticari ilişkiler kurduğu için “theh” formunu kabul etmişler. Yani çay, Portekiz etkisiyle kara yolu kullanılarak diğer ülkelere geçmişse “ç’a”, Hollanda etkisiyle deniz yolu kullanılarak diğer ülkelere geçmişse “t’e” şeklinde dillerde yer almış. Bugün Rusçada (chai), Farsçada (cha), Yunancada (tsai); İngilizce ve Fransızcada (tea), İspanyolcada (te), Almancada (tee) kullanımlarının nedeni bu ticari ilişkilerdir.
Taoizm’in kurucusu Lao Tzu’nun: “yaşam iksiri” olarak tanımladığı çay, birçok ülkede bir ritüel hatta kültür halini almıştır. Mesela “Bir insanın içinde çay yoksa, o insan gerçeği ve güzelliği anlamaktan acizdir” şeklinde atasözü de bulunan Japonya’da, “çayın yolu” anlamına gelen ve kökeni yüzyıllar öncesine dayanan “chado” geleneği vardır. Chado, her ne kadar “Japon çay seremonisi” olarak bilinse de arka planında: doğaya karışıp onun içinde kaybolmak, böylece ruhunu aydınlatıp sadelik ile estetiği birleştirerek bir nevi arınma süreci yaşamak gibi derin bir felsefe barındırır. Gene çayın en fazla tüketildiği yerlerden biri olan İngiltere’de, en popüler ritüel “5 çayıdır” ve bu alışkanlık çoktan beri gelenek olarak kabul edilmiştir.
Çok fazla tüketiliyor olmasına rağmen bu toprakların çay ile tanışma süreci uzun yıllara dayanmıyor. Bununla beraber başka kültürlerdeki gibi ritüel anlamında spesifik sınırları olmasa da halk kültüründeki önemi göz ardı edilemeyecek seviyededir. Tabii o kültürün içinde, bugünkü hükümet yetkililerinin yaptığı şekilde her doğal afet yaşanan yerde “esas ihtiyaçlar” ötelenip yöre ahalisinin kafasına “çay fırlatma” anlayışı yoktur!
Çay konusunda üzerinde düşünüp tereddütte kaldığım iki ifade var: “demlemek” ve “tavşan kanı”. “Dem” kelimesi Türkçe bir ifade değil. Farsçada, “an”, nefes”, soluk” gibi anlamlara gelirken; Arapçada “kan” manasına geliyor. Sözlükler “demlemek”, “demlenmek” kelimelerini Farsça anlamından yola çıkarak “soluklanmak”, “ara vermek”, “dinlenmek” şeklinde açıklıyor. “Demlenme”yi argo anlamında yani “içki içmek” şeklinde düşünürsek doğru olabilir. Çünkü demlenirken biraz soluklanıp hayata es verilebilir. Aynı şekilde de “demlemek”te de çayın bir süre bekletilme durumu söz konusu. Ama Arapçadaki “kan” anlamı da son derece manidar. Çayın demini “kan”a benzetmek, bir nevi bitkinin kanını akıtmak. “Demlenmek”teki “dem” şarap için de kullanılırdı. Şarabı kana benzetmek, Edebiyat’ta da sıklıkla başvurulan bir yöntem. Bunun yanında eski bir Türk adetini de hatırlamakta fayda var: “ant içmek”. Ant içmek, bugün için “yemin etmek”, “söz vermek” anlamında kullanılsa da eski Türklerde bu söz verme işi bir ritüel halini alır, birbirlerine herhangi bir konu için söz veren taraflar vücutlarından bir miktar kanı bir kaseye boşaltır, biraz da kımız ekleyerek içerlermiş. Bu tarihi arka-planı da hesaba katarak “demlenme”nin “kan” ile olan ilintisini daha anlamlı buluyorum.
Tavşan kanı için de dilbilimsel olmasa da anlam olarak bir düalite bulunuyor. Kimisi “çayın rengi”ne atıf yapıldığını belirtirken, kimisi de tavşanların kanının çok olmasından dolayı “çayın bolluğu”nun kastedildiğini söylüyor. Ben iki bakış açısından faydalanıp üçüncü bir açıklamanın daha doğru olabileceğini düşünüyorum. Şöyle ki: tavşanının kanının çok aktığı malum. Yani “et”ten çok “kan”ın fazlalığı söz konusu. “Demlemek” kelimesini Arapça anlamıyla yorumladığımız kısımdan hareket ederek, “dem” yerine “kan”ı koyarsak, “tavşan kanı çay” için de “dem’in su’dan fazla olması” gibi bir anlam ortaya çıkabilir. Yani “tavşan kanı çay”dan kasıt “çayın renginin koyu olması”. Fakat sıradan bir koyuluk değil, mesela çaya karbonat atılıp da rengi koyu olabilir. Burada önemli olan çayın renginin “kan”dan yani “dem”den dolayı koyu olması.

Türkiye’de çay denilince ilk akla gelen isim Zihni Derin’dir. Ziraat Mektebi’nden mezun olan Zihni Derin, bir süre Bursa’da öğretmenlik yapar. Milli Mücadele yıllarında Bursa’dan ayrılıp Ankara’ya gelir. Ülkenin ekonomik sorunlarıyla alakalı yapılan görüşmelerde İktisat Bakanlığı’nın temsilcisi olarak yer alır. Rus Devrimi’nden sonra Batum sınırının kapatılması ile birlikte Doğu Karadeniz’deki işsizlik artmıştır. Bu duruma çareler bulunması için yörede inceleme yapmak üzere görevlendirilir. Bu sırada önüne bir rapor gelir: Ziraat Mektebi öğretmenlerinden Ali Rıza Bey daha önce Batum’da bir inceleme yapmıştır. İncelemeler sonucunda çayın Rize’de yetişmesinin mümkün olduğunu ifade etmiştir. Bakanlık’tan aldığı izin ile hemen Rize’ye gider, bölgede bazı meraklıların Batum’dan “süs” için getirip ektikleri çayların gayet sağlıklı yetiştiğini görür. Hemen soluğu Batum’da alır, Ruslar tarafından kurulmuş çay bahçelerini, fabrikalarını gezer ve oradan bir şekilde aldığı çay tohumlarını ve fidanlarını gelip Rize’ye diker. Yöre ahalisinin bu konuda çok bilgisi olmamasından dolayı bu ekim başarısız olur, Zihni Bey de öğretmenliğe geri döner. Atatürk Türkiye’sinin o yıllarda kaybetmeye tahammülü yoktur. Zihni Derin, Tarım Bakanlığı’nın Başmüşaviri olur. Yarım bıraktığı ya da hedefe ulaşamadığı işi inatla dener. Rize ve çevresinde kurulacak Zirai Teşkilatı’nın koordinatörlüğüne getirilir. Batum’dan 20 ton tohum ithal edilerek çay üretimi yeniden başlar. Rize’de ahşap bir evin üst katında yatarken, alt katı da laboratuvara çevirip ilk yaş çay üretimini yapar. Sonraki yıllarda onlarca ton tohum ithal edilerek üretimi daha da artırmaya devam eder ve nihayet 1947 yılında Rize’de ilk çay fabrikasını kurar.

1950 yılında “bağımsız” olarak Rize’de seçimlere katılan Zihni Derin’e, Rize halkı çok büyük bir vefa örneği (!) göstererek oy vermez. Elbette bu duruma üzülür ve bir daha Rize’ye gelmez. 1964 yılına gelindiğinde Rize’de toprağa ilk çay dikiminin 40. senesini kutlamak üzere davet edilir, Çalışma Bakanı Bülent Ecevit ile birlikte Rize’ye gider. Bu ziyaret sırasında indiği otomobil manevra yaparken kendisine çarpar, ameliyat olur. Ruhen darbe aldığı Rize’den bedenen de darbe almıştır. Bir süre koltuk değneklerle yürüse de bedeni daha fazla kaldıramaz ve hayata veda eder.
Yılmadan, usanmadan, vazgeçmeden, umutsuzluğa kapılmadan onlarca yılını harcayarak, bugün koskoca bir bölgenin en önemli geçim kalemi olan çayın üretiminin başarılı olmasını sağlayan, tek başına bir coğrafyanın kaderini değiştiren bir kişinin ismini dahi bilmiyor ve gelecek nesillere tanıtamıyorsak bu utanç da bize 1924 yıl yeter.
Keyifli Pazarlar…
Elifcim çaya dair detaylı yazında en üzen vatansever Zihni Derine yapılan nankörlük adeta “yapılan hiç bir iyilik cezasız kalmaz “ sözünü doğrularca . Bu ülkeye yapılan en büyük kötülük cahillerden gelendir. Çay günün her saatinde bizlere eşlik eden vefalı bir dost gibidir iyi başlangıçlar için söylenen şu sözleri çok severim, “ Üstat herşeyimizi kaybettik şimdi ne yapalım çay koy yeniden başlıyoruz “ dur ,karanlıkların aydınlıklara döndüğü güzel günlere.
BeğenLiked by 1 kişi
Elif, bugüne dek çayın tarihçesi hakkında az şey bildiğimi bu yazıyla anladım sağol, var ol. Özellikle Zihni Derin gibi bu ülke için durmadan çalışmış isimsiz kahramanları, hele ki Rize gibi çay üretiminden geçinen vatandaşların bilmemesi ülkenin bugünkü durumunu çok güzel anlatıyor. Kalemine sağlık. Mutlu pazarlar.
BeğenBeğen