TOLSTOY’UN BİSİKLETİ -2- / İĞNECİLER SINIFI

Birinci yazıda “Tolstoy’un Bisikleti” metaforunu “insanın yaşı kaç olursa olsun, hiçbir şey için geç değildir” dolayımında anlatmaya çalıştım. Hikayeyi etraflıca düşününce çıkardığım bir başka anlam ise “yaşanılan elem verici olayların üstesinden gelmek, acıyı hafifletmek için kendine zarar vermeden tutanacak bir şeyler bulmalı”. Hikayede Tolstoy, oğlunu kaybetmişti. Tabii ki bu tarz acıların tarifi yok. Haliyle ne söylense kafi de gelmeyecektir. Ama yaşanılan acı her ne olursa olsun, bundan daha fenası kısıtlı bir zamanda yaşıyor olmamız. Nazım Hikmet’in şeklen kısa, anlam itibariyle çok uzun bir şiiri vardır:

“İnsan, öleceğini

bile bile

nasıl yaşar?

 Ya çıldırır

ya da öleceğini

unutur…”

Bir gün mutlaka öleceğini bilmek, insanın en büyük trajedisidir. Bu trajediyi kabullenmemek ise aslında daha büyük bir trajedidir. Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamak…

Madem yaşarken ölümü ister istemez öteliyoruz, bile-isteye unutuyoruz, bunun aynısını başımıza gelen acılar için de yapabiliriz. Ama bu defa tam tersini. Elem veren her ne ise bunu kabullenme ile başlamalı işe. “Bu olay neden benim başıma geldi”, “Bunu bana nasıl yapar”, “Neden terfi alamıyorum”, “Nasıl böyle bir hata yaparım” v.s gibi soruları düşünmek daha da yıpratıcıdır. Oysa ki yaşanılan şey her ne ise yaşandı ve biz bunu deneyimledik. Elbette bir süre sorgulamalar, sızlanmalar devam edecektir. Önemli olan hemen sonrasında gelen süreç. Mutlaka yapacak bir şeyler olmalı. İşte Tolstoy bunu bisiklet ile çözmeye çalışmış. Bir başkası resimle, bir diğeri insanlarla konuşarak, bir şeyler yazarak, spor yaparak v.s. Yani kesinlikle yapacak bir şeyler var ve o her ne ise, en iyi siz biliyorsunuz. Şunu unutmamak gerekiyor: bizim en yakın dostumuz “beynimiz”. Öleceğini bile unutturan, kabul ettirmeyen beyin, yaşanılan kötü olayları tamamen silmese de, sümen altı etme, arka plana atma şansı sunuyor bize. Tabii yaşadğınız acıları insanlara anlatıp dramatize ederek, bir anlamda acılardan beslenerek yaşamayı tercih etmiyorsanız. Tıpkı Sait Faik Abasıyanık’ın: “Ben böyleyim işte. Kederimi unutmak için sanki kedersizmişim gibi yaparım.” demesi gibi.

Sait Faik demişken, 1925 yılında İstanbul Erkek Lisesi’nin 10. sınıfında, öğretmenin oturacağı sandalyeye bir iğne yerleştirilmiş. Dönemin Arapça öğretmeni sınıfa giriyor, sandalyeye oturacağı zaman cübbesini iki eliyle düzeltirken iğneye eli değiyor, haliyle sandalyeye oturmuyor. Öğrencilere dönerek: “Ben bu muameleyi hak etmedim” deyip sınıfı terk ediyor. Okul müdürüne gidip istifasını sunuyor. Tabii okul yönetimi hemen soruşturmaya geçiyor, sınıftaki öğrencileri sorguluyor ama hiç kimse iğneyi koyduğunu kabul etmiyor. Yönetim bakıyor ki itirafçı çıkmayacak, tüm sınıfı sürgün edip Bursa Lisesi’ne yolluyorlar. Sonradan iğneyi koyan öğrencinin başka sınıftan olduğu anlaşılsa da sürgün çoktan gerçekleşmiştir. 

O sınıfta bulunan bazı kişiler:

Sait Faik Abasıyanık

Doktor Rahmi Duman (Kendisi liseden sonra İstanbul Tıp Fakültesi’nde eğitim görür ve okulu başarıyla bitirdikten sonra ünlü doktor Mazhar Osman’ın başasistanı olur. Rahmi Duman’ın sonradan kendisi gibi doktor olacak oğlu Hakan Duman 15 yaşındayken, sağ-sol olaylarının olduğu dönemde fidye için kaçırılır. Rahmi Duman bu duruma o kadar üzülür ki:

“Kimseyi böyle perişan etme Allahım yeter

Uyku tutmaz bir ümit yok gelmiyor hiçbir haber

Ağlamaktan gözlerim etrafı artık görmüyor

Hazreti Yakuba dönderdi beni hükmi kader”

diye şiir yazar. Sonrasında bir başka doktor olan meşhur bestekar Alaaddin Yavaşça, bu şiiri besteler. Rahmi Duman’ın bestelenmiş pek çok şiiri de bulunuyor.)

İhsan Sabri Çağlayangil (Bir dönem Cumhurbaşkanı Vekilliği de yapmış Eski Dışişleri Bakanı )

Saffet Nezihi Bölükbaşı (Bir dönemin en önemli hukukçularından)

Hikmet Feridun Es (Dönemin önemli gazetecilerinden. Öyle ki Kore Savaşı’nda Türk Tugay’ında savaş muhabirliği yapan tek gazeteci)

İbrahim Sıtkı Yırcalı (Demokrat Parti döneminde Gümrük ve Tekel, İşletmeler, İktisat ve Ticaret, Basın Yayın ve Turizm, Sanayi Bakanlıkları yapan siyasetçi)

Böylesi bir hadise bugün yaşanmış olsa (ki duyuyoruz, okuyoruz, öğretmenlere daha feci muameleler yapılıyor) sanırım ne okul yönetimi bu kadar üstüne düşer, ne öğrenciler okuldan atılır, ne de veliler sessiz kalır. Bu da Atatürk’ün, gerçekleştirdiği devrimlerin halka ulaşması için en önemli sac ayağı olarak gördüğü ve “Yeni nesil, sizin eseriniz olacaktır” diye büyük sorumluluk yüklediği öğretmenlerin o dönem ne kadar değerli olduğunu gösteriyor.

Sevdiklerinizle birlikte keyifli Pazarlar…

Sevgilerle 💖

2 Comments

  1. Elifcim ; gerek yazı dilindeki sadelik gerekse kurgu ve analizlerin çok yerli yerinde olmuş hele de finalide Atamızın sözüyle yapman mükemmel olmuş emeğine kalemine sağlık ,seni tebrik ederim. Mevlananın uzunca bir yazısının sonu şöyle biter “Düşmem der düşersin, şaşmam der şaşarsın .En garibide budur ya öldüm der durur yine de yaşarsın”.

    Liked by 1 kişi

  2. Yine cok güzel, yine sicacik .sanki karsimdaymissin hissini veren muhtesem bir yazi. Gecislerin yumusacik, bakışların gibi 😘💜
    Bizler acılarla pişip, acılarla büyüyoruz.. bazen o tutunacak dal, diger sevdiklerin, bazen hobilerin.. sanırım en önemlisi ic benliginle yapabilecegin anlasma. Sonsuzluğun başlangıcına emin adımlarla gecmis, an ve gelecegi birbirine zincirlemeyi başararak o noktaya ulasabilirsek ne mutlu.. kalemine saglik canim benim 🙏😘💜

    Beğen

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s