Uçurtma Avcısı

Öyle bir zaman dilimindeyiz ki, yüksek dozlar halinde acı zerk ediliyor damarlarımıza. Pandemi ve kılık değiştirmekte usta binbir surat bir virüs, kadına asla bitmeyen şiddet, entel mafya babasından video dizileri, orman yangınları, sel derken Afganistan’da Taliban ve ardından kapıya dayanmış bizimle yaşayacak olan insanlık dramı.. Bizi öldürmeyen şeyler güçlendirir de bu dozlar gerçekten baş döndürücü bir kokteyl..

Taliban şeriat ilan etmesinden az evvel, gemiyi hemen terk eden kaptan Eşref Gani açıklama yapıyor: “Kan dökülmesini önlemek için ayrılmak zorunda kaldım”. Böylelikle kan dökülmemesini garanti altına alırken, halkın bir adım sonra yaşadığı büyük kaosu hesaba almıyor. Taliban’ın dayattığı İslam ritüelleri, Ortaçağ zamanında yaşananları bugüne uyarlamaktan başka bir şey değil. Müzik dinlemek, batı adetleri, internet hepsi yasak. Kadının esamesi okunmuyor, burkaya hapsedilerek cahil ve bilgisiz bırakılan, evden nadiren çıkabilen ve hatta kadın doktor yoksa erkek doktora gidemeyip ölüme terkedilmesi reva görülen bir ‘tehlike’. Toplu taşıma araçlarında aynaların toplatılmasının nedeni de ‘kadınlara bakılabilir’ diyerek kontrol edilmeyen nefisleri için kadını sokaklardan siliyorlar. Sapkınlık artarken, şiddet ve kötülük büyüyor. Kadının mevcudiyeti erkeği günaha sokmaya niyetli bir ‘şeytan’, safi kötülük.. ‘Çocuk çok ancak çocukluk yok’ tabirinin kara gözlerine çok yakıştığı, Afganistan’da kadınları ve kız çocuklarını, 20 yıl önce olduğu gibi Taliban rejiminin kötü, karanlık, cahil günleri bekliyor. Gazeteci Coşkun Aral’ın ayakta tuvaletini yapması (Müslüman diz çökerek yapar, sen iyi Müslüman değilsin!) ve kol kıllarının aşağıya doğru bakmaması ( yeterince abdest alsan kol kılların böyle olmazdı, sen bir casussun) nedenleriyle iki kez ayaküstü mahkemelerle kurşuna dizilmekle yargılanması Afganistan’ın gelecekteki adalet, güvenlik, hürriyet ve haysiyetin nasıl korunacağını gayet iyi açıklıyor. Estonya başbakanı Kaja Kallas’ın ‘insani krize katkıda bulunmayı arzu ederiz, ülkemize 30 ( sayı başta 10 idi, sonradan arttı) kişiyi mülteci statüsünde kabul etmeye hazırız’ sözleri ve bu ‘sayılı’ mültecinin özel mülakatlar seçileceği gibi geometrik çoğalma sayısının inceden hesaplanmış olduğunu düşündürtüyor. Az ya da çok tüm dünya ülkelerinin hesabi değil kalbi yollardan ‘insani kriz’lere yaklaşması daha insani olur görüşündeyim.

Uçağın tekerlerine sığınıp kalkarken düştüğü söylenen Afganları, çaresizlikten bebeklerini Amerikan askerlerine uzatan mahşer-i kalabalık, kaçmak için türlü yollar aratan çaresizlik..

Bunları düşündüğümde Türkiye’de en çok okunan yabancı romanlardan Khaled Hosseini’nin Uçurtma Avcısı aklıma düştü. İki kez okuduğum, aile boyu hayatıma girmiş romanlardan biri idi.

İbn-i Haldun’a atfedilen ama hiçbir yazılı kaynakta yer almayan, aslında kimin söylediğinin de önemli olmadığı mükemmel bir söz var: “Coğrafya kaderdir”. Uçurtma Avcısı kitabı da bu sözün en çarpıcı şekilde anlatıldığı bir eser olarak önümüzde duruyor. Afganistan’da Zahir Şah liderliğindeki monarşinin son dönemlerinden başlayarak, sırasıyla Sovyet işgali, Taliban yönetimi ve Amerikan işgalinin yansımalarını, kitaptaki karakterlerin değişen yaşamları ışığında öğreniyoruz. Bu kitap özelinde de gördüğümüz gibi dünyada “insan eli” ile ortaya atılan en büyük iki bela “aşırı milliyetçilik” ve “din/mezhep ayrımı”dır. Afganistan mezhepsel anlamda Sünni Peştunlar ve Şii Hazaralar olarak ikiye ayrılmıştır. Peştunlar daha soylu gibi yaşarken, Hazaralar ancak Peştunların hizmetkarları olarak yaşayabilirler. Kitabın “mutlak kötü”sü Assef’in: “Afganistan, Peştunlann yurdudur. Hep öyle oldu, daima da öyle olacak. Biz gerçek Afganlarız; saf Afganlar; şu yassı burunlular değil.” sözü ile birlikte Emir’e yönelik söylediği şu cümle: “Beni fazlasıyla rahatsız ediyorsun. İşin aslı, canımı şu Hazara’dan bile daha çok sıkıyorsun. Nasıl olur da onunla konuşur, oynar, sana dokunmasına izin verirsin?” henüz çocuk denilecek yaşta dahi belleklere zerk edilen “mezhep odaklı” kendini üstün görüp diğerini değersizleştirmenin, itibarsızlaştırmanın ve ötekileştirmenin en güzel örneği.

Yer yer sıkıcı geçişler olsa da genel itibariyle son derece başarılı betimlemelerin yer aldığı, insana kızgınlık, hüzün, nefret gibi güçlü duyguları yaşamasına sebebiyet veren kitabın pek çok yerinde can alıcı nokta vardı. Benim için en çarpıcı ilk kısım Emir’in, Hasan ile aslında kardeş olduklarını öğrenmesi anı oldu. Böylesi bir kitapta “aşk” çok öne çıkan bir figür olmasa da şu tanım çok hoşuma gitti: Afganistan’da yelda, Cadi ayının, yani kışın ilk, yılın da en uzun gecesidir. Yelda gecesi Hasan’la geleneğe uyar, geç saatlere kadar uyumazdık; ayaklarımızı kürsünün altına sokar, sobaya elma kabukları atan, bu en uzun gecede bize sultanların, hırsızların masallarını anlatan Ali’yi dinlerdik. Yelda’yı, çıldıran, kendilerini mum alevine atan pervaneleri, güneşi aramak için dağlara tırmanan kurtları hep Ali’den öğrendim. Yaşım ilerledikçe, şiir kitaplarında yelda’nın gözü uyku tutmayan, bitmek bilmez gecenin sona ermesini, güneşin doğup onları sevdiklerine kavuşturmasını bekleyen aşıklara acı çektiren, yıldızsız bir gece olduğunu okudum. Süreyya Taheri’yi tanıdıktan sonra, haftanın her gecesi benim için yelda olup çıktı.” İkinci can alıcı nokta ise ve Emir’in Sohrab’ı hastaneye getirdikten sonraki halleri. Kıbleyi öğrenmeye çalıştığı ve secdeye oturduğu dua ettiği an… Affedilmek ve bir kişinin daha kanı ellerinde kalmasın diye yıllar sonra dua etmek. Tıpkı kitabın girizgahında yer alan o cümle gibi: “Yeniden iyi biri olmak mümkün!”

Bununla birlikte kitapta rahatsız edici taraflar da yok değildi. Yazar Afganistan kökenli bir Amerikan vatandaşı olmasının da etkisiyle son derece gereksiz bir Amerikan sempatizanlığı beslemiş. Afganistan’ın yakın tarihinde şunu biliyoruz ki Sovyetler ile mücadelesinde Assef’in de sonradan dahil olduğu Taliban’ı güçlendiren, onu silahlandıran, her türlü imkanı sağlayan Amerika oldu. Amerikan’ın dış politikadaki en büyük taktiklerinden biri, işgal edeceği ülkede “aşırı” unsurları desteklemek ve sonra “demokrasi getireceğim” deyip o büyüttüğü “canavar”ı yutmaktır. Afganistan’ın da, Ortadoğu’nun da akıbeti hep aynı olmuştur. Kitapta da Sovyet işgali, Taliban rejimi gibi dönemler sayfalarca tasvir edilirken Amerikan işgali yüzeysel şekilde geçmiş. Kaldı ki ana karakter Emir’in kurtuluşu dahi Amerika’ya giderek oluyor, kitabın pek çok yerinde “coca cola” ismi geçiyor v.s…

Annesini hiç tanımadan büyümüş bir çocuğun (Emir), tesadüfen karşılaştığı yaşlı bir adamın annesini tanıyor olması ve ondan annesinin son sözlerini öğrenmesi. Neydi o sözler:

“Çok korkuyorum”. Neden, diye sordum. “Öyle mutluyum ki, Doktor Resul. Böylesine büyük, müthiş bir mutluluk, insanı korkutuyor.” Yine nedenini sordum, şöyle dedi: “Senin bu kadar mutlu olmana, ancak senden bir şey almaya hazırlandıkları zaman izin verirler.”

Çocukların mutlu olduğu, güvenli ve hür ülkelerde korkusuzca uçar uçurtmalar, karanlık ve avcılar ise kan kardeştir, en acımasızından..

İyi Pazarlar diliyorum, sevgilerimle 💜

1 Comment

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s