Uzun zamandır çocukluk hayalim olan “kitap yazma”ya odaklandığım için burayı biraz ihmal ediyorum. O yüzden blogu takip eden herkesten özür diliyorum. Nihayetinde sizlerin beğenisi, yorumları, desteği benim kitap yazma isteğimi tetikledi, haliyle hepinize karşı sorumluluk hissediyorum. Son aşamalara geldikçe heyecanım, telaşım artıyor. Umarım dünyaya bırakmaya değer bir şey ortaya koymuş olurum 🙂
Kitabı yazarken birçok kaynak taradım, araştırma yaptım, videolar izledim, pek çok şey öğrendim, bunları sentezlemeye, yeniden yorumlamaya çalıştım. Tarih, özellikle de Osmanlı tarihi konularında İlber Ortaylı’nın yazılarını okuyup katıldığı bazı programları izledim. İlber Ortaylı’nın en çok kullandığı kelimelerden biri “biliyorsunuz”. Bu kalıp bana göre çok tehlikeli. Şöyle ki, herhangi bir konuya dair: “biliyorsunuz”, “herkesin bildiği/bileceği gibi” tarzında bir giriş sıradan bir kullanım değilse birkaç nedenle söylenilir. Gerçekten çoğu kişinin bileceği bir konudan bahsediyorsunuzdur ve asıl konuya geçmek için bir “ara durak” olarak o bilgiyi derinlemesine girmeden, yüzeysel bir şekilde anlatarak geçiş yapıyorsunuzdur. Mesela Atatürk’ün özel hayatına dair konuşurken “Biliyorsunuz, Atatürk’ün eşi Latife Hanım, Uşaklıgil ailesine mensuptur” gibi bir cümle sıkıntı yaratmayabilir, zira çoğu kişi bunu bilir. Muhatabınız illa ki çok fazla kişiden oluşmak zorunda değil. Meslekdaşlar, aynı filmi izlemiş, aynı kitabı okumuş kısaca “denk güçler” arasında geçen bir sohbette pek çok kişinin bilmeyeceği ama o mesleğe, o filme, o kitaba özel bir terim, olay v.s konuşulurken de diyalog esnasında geçecek “biliyorsunuz” ibaresi hiçbir sorun teşkil etmez.
Bu kullanımın bir başka nedenini “kibir”le soslanmış, Batı’nın “obskürantizm”, bizdeki çevirisiyle “bilmesinlercilik”, benim çevirime göre “anlamasınlarcılık” düşüncesidir. Bunu biraz açayım: Bilim dili neden Latincedir? Çünkü Ortaçağ’da kilise, mutlak irade olduğu için halkın “bilgi”lenmesini istemiyordu. Bu nedenle de aslında ölü bir dil olan Latinceyi kullanarak Roma’dan miras kalan bilgiyi tekeline almıştı. Bugün Eski Yunancadan geçen kelimeler hariç tıp biliminde yer alan çoğu Latince kelime de o dönemlerde ortaya çıkıyor. Mesela Hıristiyanlıkta Paskalya öncesi son Perşembe’ye “Kutsal Perşembe” deniyor. Tam da Ortaçağ’da bu ayinde rahibin ellerini yıkadığı kaseye Latince “yıkamak” anlamındaki “lavare” kelimesinden hareketle “lavabo” denilmiş. Peşine de aynı kökten “lavaj”, “lavman” gibi tıbbi terimler ortaya çıkmış. Osmanlıda da benzer anlayış varmış. Saray yani halkın elit tabakası ya da daha geniş tabirle “İstanbul ahalisi” bilimde Arapçayı, edebiyatta Farsçayı kullanmış. Böylece hiçbir şekilde eğitim almamış, geliştirilmemiş, bilerek cahil bırakılmış, sadece Türkçe bilen Anadolu halkı ile arasına mesafe koymuş. Peki Anadolu halkı bu durumda ne yapmış? Hiçbir şey… Bu kültür despotluğuna razı gelmiş, sorgulamamış, kendini geliştirmeye çalışmamış, dinini öğrenmemiş, bir iki Arapça bilen bağnaz hocanın öğrettiklerini “din” sanmış. Ama vergiler artırılınca yani işin içine maddiyat girince:
“Şalvarı şaltak Osmanlı
Eyeri kaltak Osmanlı
Ekmede biçmede yok
Yemede ortak Osmanlı”
diyerek isyan etmiş. Süleyman Demirel: “Boş tencerenin yıkamayacağı iktidar yoktur” derken de bu halkın sadece “ekonomi” devreye girdiğinde kararlarını değiştirebileceğinden bahsediyordu. Onca yolsuzluk, liyakatsizlik, eğitimde gerileme v.s hiçbir sorun teşkil etmezken, iş sadece kendi cebine geldiğinde isyan edebiliyor.
Konuyu siyaset ile boğmak istemiyorum. “Biliyorsun”un etrafında dolanmaya devam edeyim. Yukardaki örnekten gidelim. “Biliyorsunuz, Atatürk’ün eşi Latife Hanım, Uşaklıgil ailesine mensuptur” cümlesi hiçbir sorun teşkil etmez demiştim. Bu cümleyi şöyle kursam “Biliyorsunuz, Atatürk’ün eşi Latife Hanım’ın babası Muammer Bey’dir ve Attila İlhan’ın yazdığı Karantina’lı Despina şiirinde, Despina’nın sevgilisi olarak bahsedilen Muammer de kendisidir”. Burada birçok parametre devreye giriyor. Latife Hanım’ın babasının adı, Attila İlhan’ın şiiri, Despina’nın kim olduğu, şiirde geçen Muammer’in kim olduğu ve aralarındaki bağıntı. Yani tüm bunları bilmek için o döneme ilgi duyuyor olmak lazım. Kabul edelim bu bilgileri bilen insan sayısı çok çok azdır. Bu bilgilerin çok önemli olması değil mesele ama bunları bilmek sanki bilen için bir üstünlükmüş gibi empoze ediliyor. İlber Ortaylı’nın şu videosunda geçen 10 saniyelik kısıma bakalım:
Videoyu izleyemeyenler için yazayım. İlber Ortaylı, Osmanlı dönemine dair eserler veren bir tarihçinin Selçuklu dönemine ait hiçbir yayın yapmamış olmasından bahsediyor. Kurduğu cümle ise şu: “Sen hiç Selçuklu kroniği yayınlayan Osmanlı müverrihi gördün mü? Bana hiç Adnan Sadık Erzin deme, o Cumhuriyet bebesiydi” diyor. Sunucu da belli ki pek çoğumuz gibi ne Adnan Sadık Erzin’i tanır, ne de Selçuklu kroniği yazılmış mı yazılmamış mı onu bilir. İlber Ortaylı’nın izlediğim pek çok videosunda bu tarz söylemleri var. Eleştirmek adına söylemiyorum ki benim haddim de değil öyle birini eleştirmek veya yargılamak. Ama bu tipte bir konuşmayı dinlediğimizde, konuşana karşı saygımız artıyor. Çünkü bahsettiği şeyleri biz bilmiyoruz bu da o kişinin otorite olmasını sağlıyor. Benzer durumu en çok doktorlarda görüyoruz. Yıllarca aldıkları eğitimlerde terimlerin çoğu Latince ve Yunanca olunca, hastaya da aynı şekilde açıklama yapan bir doktorun en çok duyduğu kelime sanırım “yani?”dir 🙂
Mesela şöyle bir diyalog:
– Doktor bey/hanım, bileklerimde korkunç bir ağrı oluyor. Bazen uykudan bile uyandırıyor. Bazen elimdeki bardağı düşürebiliyorum
– Median sinirlerde sıkışmadan kaynaklı bir sorun olabilir. Karpal tünel sendromundan şüpheleniyorum. EMG çektirerek daha net anlayabiliriz.
– Yani?
– Çamaşırcı kadın hastalığı diyoruz buna. Çok fazla yazı yazmak, bilgisayar kullanmak gibi nedenlerden ortaya çıkıyor
(Tabii direkt böyle bir yorum yapılmayabilir, öncesinde meslek ya da başka sorular sorulup daha anlaşılır hale gelmesi muhtemel de ben örnek olsun diye kısa tuttum)
Kimi hastalar bu duruma, “yani” demeye sinir olsa da kimisi de tıbbi terim kullanılmasını: “rahatsızlığımın tıpta tespit edilmiş bir karşılığı var. Demek ki tedavisi de vardır” diyerek olumlu bulabilir.
Her zaman hastalığın Türkçesini öğrenmek de iyi değil elbette:
– Neyim var doktor?
– Sizde obsesif kompülsif bozukluk var
– Yani?
– Saplantılı zorlanma nevrozu
– Yani?
– Ne yani, ne yani! İlla takıntılısın mı diyeyim. Al, öğrendin ne oldu?
🙂
Blog için yazmayı özlemişim. Konu yarım kaldı gibi oldu, önümüzdeki haftalarda devam ederim umarım.
Keyifli Pazarlar..
Sevgilerimle 💖
Yazmak adına güzel bir çalışma olmuş. Bende diyorum ki kardeşime Sıfır bazen boşken bir rakamın arkasına gelince onu değerli ve çoklu kılması adına sıfıra sahip çıkmak gerekir. Sıfır etkisiz elaman bilinirken, bu etkisizlik insan içinde bir köşede boş durmasının neticesine benzer ki, güzel olanın peşine takılarak önüne düşerek değerli kılmak gerekir. Kolay gelsin iyi çalışmalar, devamını beklerim kardeşim selamlarımla.
BeğenLiked by 1 kişi
Hiç kuşkusuz bugüne dek zevkle okuduğum yazıların ilerde kitap şeklinde okurlara daha da engin bir dönüşüm olarak sunulacaktır. Türkçeyi akıl dolu dinamiği ve dil zenginliği ile sunabilme yetenegi herkese nasip olmaz. Umarım yayına girdikten sonra ilk kitabını okuma fırsatım olur. İnsanlarımıza okuma alışkanlığını kazandırmak açısından çok önemli bir hizmet. Kolay gelsin ve yolun açık olsun kardeşim.
BeğenBeğen
Hiç kuşkusuz bugüne dek zevkle okuduğum yazıların ilerde kitap şeklinde okurlara daha da engin bir dönüşüm olarak sunulacaktır. Türkçeyi akıl dolu dinamiği ve dil zenginliği ile sunabilme yetenegi herkese nasip olmaz. Umarım yayına girdikten sonra ilk kitabını okuma fırsatım olur. İnsanlarımıza okuma alışkanlığını kazandırmak açısından çok önemli bir hizmet. Kolay gelsin ve yolun açık olsun kardeşim.
BeğenLiked by 1 kişi