Martin Heidegger, geçtiğimiz yüzyılın en önemli filozoflarından (kimisine göre en önemli) biri olarak kabul ediliyor. Fikirleriyle Jean Paul Sartre, Michel Foucault, Albert Camus gibi pek çok ismi derinden etkilemiş Heidegger’in felsefi çalışmalarından bahsetmeyeceğim elbette. Bu alanda ehil kişiler yıllardan beri irdeliyor zaten. Bu hayranlık duyulan filozofun bir hocası vardı, felsefe tarihine hakim olanların yakından bileceği biri: Edmund Husserl. Aslında Heidegger’in söylediği pek çok fikrin asıl sahibi Husserl’dır. Heidegger, Marburg Üniversitesi’nde profesörlük yaparken öğrencisi, sonradan dünyanın en önemli kadın filozoflarından, siyaset kuramcısı Hannah Arendt ile aşk yaşamaya başlarlar. 1933 yılına gelindiğinde Almanya’ya Hitler yani Nazizm hakim olur. Heidegger aynı yıl içinde bu partiye katılır ve hemen mükafatını alır, Freiburg Üniversitesi’ne rektör olarak atanır. Bu hayranlık duyulan “beyin” (“bey” değil), bir anda Yahudi düşmanı olur. Sürekli Hitler güzellemeleri yapar. Oysa hocası Edmund Husserl de, sevgilisi Hannah Arendt de Yahudidir. Heidegger, en önemli eseri olan “Varlık ve Zaman”ın yeni basımlarında hocasına yaptığı övgüleri çıkartmış, cenazesine bile gitmemiş. Yahudilere yapılan baskı sebebiyle Hannah Arendt Almanya’dan kaçıp Amerika’ya yerleşmiş. İşin komik kısmı, Hitler sonrası Heidegger “kandırıldım” diye açıklamalarda bulunuyor. Demek ki bu “kandırıldım” büyülü bir söz ve her zaman iş yapıyor. Yukarda söylediğim gibi, Heidegger’in felsefi düşünceleri, katkıları benim konum değil. Ama bu kadar kafası çalışan bir adamın Nazi sempatizanlığı, Hitler öncesi Yahudilerden hiçbir şekilde rahatsızlık duymadığı bilakis hayatındaki en çok sevdiği kişiler arasında ikisinin Yahudi olması size de tuhaf gelmiyor mu? Sırf rektör olmak ya da paye almak için böyle bir tutum sergiledi diyeceğim, o da biraz eksik kalıyor, çünkü o zaten tanınan birisi. Bizdeki bütün öğrencilerin karşı olduğu Boğaziçi Üniversitesi’ne kısa bir süreliğine atanıp bir gece yarısı kendisinden habersizce görevden alınan zat gibi değildi ki.
Anlamsız gördüğümüz, “bu kadarı da olmaz”, “bunu salaklar bile yapmaz” diyeceğimiz bu tarz şeyleri öyle bilinen insanlar yapmış ki, dahilikle delilik arasında ince çizgi var derler ya hani, çizgi kalmamış, tek vücutta birleştirmişler. Mesela Galileo Galilei. “Modern fiziğin/bilimin babası” gibi isimlerle yad edilen kişinin iki kızı var. O yıllarda “drahoma” adında, evlenecek kızın ailesinin, erkek tarafına ödediği bedel (başlık parasının tersi) zorunluymuş. Galilei de bunu ödememek için nasıl bir çözüm bulmuş? İki kızını da manastıra vermiş, ikisi de rahibe olmuş. Bu şekilde davranan biri ya parayı her şeyden çok seviyordur ya da kızlarını sevmiyordur. Her iki durumda da telafi edilemez bir akıl tutulması var. Bir başka örnek Sigmund Freud. Freud, altıncı çocuğu Anna’yı denek olarak yetiştirmiş. Kafasındaki teorileri onun üzerinde uygulamış. Sonradan babası gibi psikanalize gönül verecek Anna’nın erkek arkadaşı olmasını yasaklamış. Diğer çocuklarına karşı böyle bir tutumu yok. Yani katı baba figürü değil, resmen denek muamelesi görüyor. Öyle uygulamalar, deneyler yapmış ki kızın üzerinde, buraya yazmaktan ben utanıyorum. Bu ne şimdi, bilim mi? Çocuklarımı hayattan koparacaksa yerin dibine batsın bilim de bilimsel gelişme de 🙂
“Dahi” denilen kişilerden biri de Salvador Dali. En yakın arkadaşlarından biri şair Paul Eluard. Zülfü Livaneli’nin müziğini yaptığı “Okulda defterime/Sırama ağaçlara/Yazarım adını” diye başlayan Hey Özgürlük şiirinin asıl halini yazan kişi. Paul’un Rus asıllı eşi Gala ile Salvador Dali yakınlaşıyor ve Gala çocuğunu da bırakıp Dali’ye kaçıyor. Bu kısmı elbette sorunlu da, örnek olarak duymadığımız bir şey değil. Salvador Dali, cinsellikten korkan biriymiş, bu durumu Gala’ya söylemiş. Gala da “o zaman bana özgürlük ver” demiş, Dali de kabul etmiş. Gala, başka başka erkeklerle bir araya geliyor Dali de bunları izliyormuş. Bu nedir Allah aşkına, nasıl normalleştirebiliriz bu durumu, Gala’nınkini de, Dali’ninkini de. Bu arada hani meşhur olmuş bir video vardı “Tülay n’olur dön” diye ağlayan bir adamın, Paul Eluard da yıllarca mektup yazmış Gala’ya “ne olur dön” diye, ölüm döşeğindeyken bile kendisini bırakıp giden Gala’yı anmış. Nasıl bir saplantı ise.
Buna benzer çok örnek var daha ama uzatmak istemiyorum. Çoğumuzun zekasına, bilgisine, sanatına hayranlık duyduğu insanların öyle kusurlarını, yanlışlarını görüyoruz ki, hangi mevkide, statüde olursa olsun, hangi eğitimleri aldığının, nerelerde çalışmış, neler başarmış olduğunun hiçbir önemi kalmıyor. Çağın en büyük problemlerinden biri insanın “tanrıcılık” oynaması; hatasızmış, yanlış yapmazmış gibi davranması.
Bir şeylerin idrakine ancak bir “kayıp”tan sonra vararak: “Elim kırılsaydı şunu yapmasaydım”, “Böyle olacağını bilsem söylemezdim/böyle davranmazdım”, “kandırıldım” gibi günah çıkarmanın anlamı yok. Şu hayatta insana dair öğrendiğim en önemli şey: yaptığı eylem veya düşünce sonrası herhangi bir zarar görmeden, zarara sebebiyet vermeden o işin ya da fikrin hata/yanlış olduğunu fark eden ve bunu açık yüreklilikle söyleyen insandan zarar gelmez.
Keyifli bir gün dileğiyle,
Sevgilerimle 💖
Ben böyle birini tanıyorum, en çok kandırılan ama hiç bir konudan anlamayan…
BeğenLiked by 1 kişi
Ortak tanıdıklarımız çok demek ki 🙂 İlgi ve yorumlarınız için çok teşekkür ederim Aydın bey 🙋♀️
BeğenBeğen
Ben de öyle düşünüyorum, dünya çok küçük.😂 Asıl ben teşekkür ederim. Yazılarınız her zaman ilginç ve akıl dolu. Umarım bir gün kitabınızı da okuma zevkine varirim. Sağlıcakla kalın.
BeğenLiked by 1 kişi