Pandemi, Türk parasının değer kaybetmesi, hayat pahalılığı, yolsuzluklar, adam kayırmalar, iş bulamayan, atanamayan üniversite mezunları, dinmek bilmeyen kadına şiddet, geleceğe dair umutsuzluk… Gülmeyi geçtim tebessüm dahi etmeyen suratlar; nemrut, kızgın, endişeli bakışlar. Sonuç: ruhsal deformasyon. Hal böyle olunca bir şey yazmak, oku(t)mak gibi zihni faaliyetler insana fuzuli bir uğraş gibi geliyor ya da Fuzuli’nin: “Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil” ikilemine sokuyor.
Yukarda yazdığım nedenlerin dışında anlam veremediğim ve bir türlü çözüme kavuşturulamayan bazı sorunlar var. Mesela dün, 36 saatlik nöbet sonrası evine dönerken, muhtemelen yorgunluktan dolayı oluşan dikkatsizlikten kaynaklı kaza yapan asistan doktor Rumeysa Şen hayata gözlerini yumdu. Nöbet sonrası o yorgunlukla araç kullanmanın yanlışlığı kabul edilebilir ama bir insanın 36 saat nöbet tutması, hele ki “sağlık” gibi insan için en önemli alanda, maksimum özen gösterilmesi gerekilen yerde bu köleci sistemin uygulanıyor olması bilime, akla, vicdana sığmaz.
Kızkardeşim Op. Dr. Esra Gılbaz Akel’de asistanlığında nöbet sonrası direksiyon başında uyuyup, öndeki araca çarpmasıyla uyanmış ve ilk trafik kazasını yapmıştı. Tesadüf ve şans eseri maddi hasarlı küçük bir kazaydı belki bu ama benim ve onun belleğine kazındı. Daha mesleğe adım atmadan nöbet zulmüyle karşılaşan doktorlar, sonraki dönemlerde kim bilir sistem içinde ne zorluklarla karşılaşıyorlar da Türkiye’den bir bir kaçıyorlar. Geçtiğimiz haftalarda Türk Tabipler Birliği, son 18 ayda 8.000 doktorun istifa ettiğini açıklamıştı. Demek ki ortada büyük bir sorun var.
Ken Loach isminde, genellikle işçi hakları, yoksulluk gibi toplumsal sorunları konu eden İngiliz yönetmenin çarpıcı bir sözü vardır: “Nefes almak, hayata tutunmak için bütün hakaretlere, aşağılanmalara maruz kalmak öfkenizin kabarmasına neden olmuyorsa, nasıl insanlarsınız siz?” Doğru ya, öfke duymuyorsan, öfkeni açığa çıkartmıyorsan nasıl insansın? “Öfke” için bir dolu olumsuz sözler, özdeyişler söylenir ama bana göre en sağlıklı insani duygulardan biridir. Çünkü bir şeyler seni rahatsız etmiş, solunum sistemini yıpratmış yani zehirlemiştir. Öfke de bu anlamda bir nevi “panzehir”dir. (Tabii burada öfke dediğim şey, hayatın “anlamlı” noktalarına daha doğrusu “sistem”e duyulan tepkinin karşılığıdır. Yoksa trafikte arkandaki araç seni solladı diye ışıklarda yakalayıp sürücü ile kavga etmenin adı “öfke” değildir. Ya da nefret, kin gibi dürtülerin harekete geçmesiyle ortaya çıkan vandallıkları “öfke” olarak tanımlamıyorum.) Solunum sisteminin temel organı “akciğer”in Eski Türkçe karşılığının “öfke” olması tesadüf mü?
İnsan davranışları üzerine en fazla araştırma Nazi Almanyası için yapılmıştır. Mesela toplama kamplarında görevli askerler, işkencelere, ölümlere nasıl kayıtsız kalabildi? Bu trajik eylemleri gerçekleştirme motivasyonları nelerdi? Daha önce bu sayfada o döneme ait çok çarpıcı bir deneyi anlatmaya çalışmıştım, Milgram deneyini:
https://elifata.com/2018/12/09/milgram-deneyi-%f0%9f%8c%95%f0%9f%8c%91%e2%81%89%ef%b8%8f/
Diyelim ki askerler de Yahudi düşmanıydı. Ama o kamplarda sadece Yahudiler yoktu ki, Polonyalılar, çingeneler, Alman eşcinseller, komünistler falan da vardı. Hangi amaç, hangi ideoloji hepsine o iç karartıcı muameleyi yapmayı reva görebilir? Aslında uzağa gitmeye gerek yok. Mesela bir call-center çalışanını ele alalım. Muhtemelen gün boyu hiç tanımadığı insanlardan bir yığın hakaret, küfür işitiyorlardır. Bunun karşılığı olarak karşısındaki ne söylerse söylesin “efendim” diye hitap etmenin getirisi ne olabilir? Sadece asgari ücret, belki biraz daha fazla. Şimdilerde pek göremesem de çocukluk dönemlerimde televizyon ekranında “memur eylemleri” gösterilirdi. Aldığı maaşlarla geçinemediğini söyleyen hemen her sektörden memur pankart açar, yürüyüş yapar maaşlarının artmasını isterdi. Kendisi de bir memur olup olası bir memur maaş zammından faydalanacak olan polisler de “niye zam istiyorsunuz” dercesine gösterilere katılanlara şiddet uygulardı. Hem de ne şiddet… Bunu “onlar da emir kulu” diyerek geçiştirmek doğru bir yaklaşım olamaz. Hani özellikle polisler için “simit sat, onurlu yaşa” sloganı vardır ya, e simit satmak için de zabıtalara boyun eğmek zorundasın. Yani en üst kesimden, en altına kadar bir çürüme, hissizleşme, kanıksama, zehirlenme var. Maalesef hepimiz o fasit çemberin içine dahil oluyoruz ve hiçbir şekilde öfke duymuyor ya da öfkemizi bastırmaya çalışıyoruz. İşte dün vefat eden gencecik doktorun dramı. Nasıl olur da doktorlarımız 36 saatlik, 24 saatlik nöbetlere ses çıkarmaz, öfke duymaz, örgütlenip sokaklara çıkıp gerekirse 1-2 gün grev yaparak böyle insanlık dışı bir uygulamanın ortadan kalkmasının önüne geçmez, milyon nöbet tutmuş bir doktor annenin çocuğu olarak anlayamıyorum.
Amerika’da Libby Zion Yasası diye bir şey var. Yıllar evvel Libby isminde 17-18 yaşlarında bir çocuk gece acile getiriliyor. Aslında çok ciddi bir sorunu yok ama nöbetçi doktorlar tarafından verilen ilaçlar, Libby’nin kullandığı antidepresanlarla etkileşime giriyor ve Libby hayatını kaybediyor. Üzüntülü aile kızlarının ölümünün araştırılmasını isteyip hastaneyi mahkemeye verirler. İlacı veren doktorların asistan olduğu ve 36 saatlik nöbetler tuttuğu ortaya çıktı. Bunun üzerine Libby’nin babası iyice öfkelenip gazeteler aracılığıyla ülkenin her yerinde bu olayı gündemde tutmak için çabaladı. Mahkemede jüriler 36 saatlik nöbetlerin delilik olduğunu söyledi, hastane cezalandırıldı derken Amerika’da kanun çıktı: “Bir doktor 24 saatten fazla görev yapamaz”. 24 bile çok fazla ama gene de bunun yasallaştırılmış olması çok önemli. Türkiye’nin Libby Zion’u da Rümeysa Şen olur umarım da bu insanlık dışı uygulama ortadan kalkar.
Yazıyı kadın düşmanı olduğu için kendisinden çok haz almadığım Aristo’nun son derece haklı bir sözüyle bitireyim: “Herkes öfkelenebilir. Bu kolaydır. Ne var ki; doğru insana, doğru derecede, doğru zamanda, doğru maksatla ve doğru biçimde öfkelenmek… İşte bu zordur”.
Öfkelerimizi anlamlı olaylar karşısında çıkartmamız dileğiyle, keyifli Pazarlar…
Sevgilerimle 💖