
Sene 1923… Atatürk, eşi Latife Hanım’ın memleketi olan aynı zamanda annesi Zübeyde Hanım’ın da kabrinin de bulunduğu İzmir’e gelir. Eşinin ailesine ait köşkte istirahat halindeyken dönemin Ankara Sineması’nın sahibi Cemil Filmer kendisini ziyarete gelir ve Atatürk’ün sinema tutkusunu bildiği için akşam film izlemek üzere davette bulunur. Teklife olumlu yanıt alan Cemil Filmer, hemen sinemaya dönüp Atatürk için loca hazırlar. Tabii Ulu Önder’in sinemaya geleceği haberi hemen etrafa yayılır. Ülkenin her tarafında çok seviliyor olsa da İzmirlilerin Atatürk’e olan sevgisi çok coşkuludur. Kadın-erkek, genç-yaşlıdan oluşan büyük bir kalabalık Gazi’yi görmek için sinemanının önünde bekler. Atatürk sevgi gösterileri eşliğinde sinemaya gelir, film izlemek için locasına geçer. Sinema salonuna şöyle bir bakar, içerde hiç kadın yoktur. Sinema sahibi Cemil Bey’e döner: “Niçin hiç kadın izleyici yok” der. Cemil Bey de, kadınlar için sadece Salı günleri matine yapıldğını, diğer günlerin erkeklere ayrıldığını söyler. Tabii Atatürk bu durumdan hoşlanmaz ve yaverine emir vererek içeriye kadınların da girmesini sağlar. Böylece Türkiye’de ilk defa kadın-erkek bir arada film izlemiş olur. Bu tarihi an’a dair hatıraları ne zaman okusam gözlerim dolar, kadın olarak Atatürk gibi bir lidere sahip olmuş olmaktan dolayı kıvanç duyarım.

Atatürk ve o salonda bulunanlar o gün Charlie Chaplin’in “Şarlo-Bir İdam Mahkumu” filmini izlerler. Atatürk hemen her sahnede kahkalarına engel olamaz ve “ömrümde bu kadar güldüğüm gün olmamıştır” diyerek filmin bir kere daha izlenmesini rica eder. O kadar hoşuna gider ki bu film, ikinci defa izlediğinde bile aynı tepkileri verir.
Charlie Chaplin, belki de dünya sinema tarihinin en sevilen, en çok güldüren ismidir. Hem de özel hayatındaki kabul edilmeyecek şeylere rağmen (Mesela ufacık yaştaki kız çocuklarıyla sevgili olup evlenmek gibi) Aslında insanların güldüğü, sevdiği kişi Charlie Chaplin’den ziyade onun yarattığı karakter olan Şarlo’dur. Sizce de ilginç değil mi, hiçbir repliği olmayan, sesi dahi çıkmayan bir film karakteri neden bu kadar sevilebilir? Ben bunun cevabını Psikoloji’de yer alan “Pratfall Effect” kavramına bağlıyorum. Bu teoriye göre sakarlıklar, hatalar, küçük kusurlar bir insanı daha çok sevmemize neden oluyor. Yani bir insan ne kadar “mükemmel” değilse, sevilme oranı da o kadar artıyor. Şarlo’nun, hatta İnek Şaban’ın, Hacivattansa Karagöz’ün, Pişekar’dan daha çok Kavuklu’nun sevilme nedeni bu olmalı. Hatta daha gerçek karakterler üzerinden gidersek: “r” harfini söyleyemeyenleri, çok ağır sonuçlar doğurmadıysa kaygan zeminde düşenleri, konuşurken bir kelimeyi doğru telaffuz edemeyenleri sevmemizin, onları sempatik bulmamızın nedeni bu etki. Tabii burada önemli olan faktör o kusurlu olan, sakarlıklar yapan kişiye karşı olumlu hisler besliyor olmamız gerekiyor. Yoksa mesela mükemmelliğe öykünmüş bir insanın attan düşmesini hiç de sempatik bulmayıp üstüne üstlük “gözünün önünü bile göremiyor” diye eleştirebiliyoruz. Yani kusurlu insan güzeldir, sevdiğimiz insanın kusurlu olması daha güzeldir 🙂
‘Kusurları kucaklama’ ve ‘kusurlu olanın mükemmelliği’ kavramlarına vardığımızda, eski bir Japon felsefesi ve yaşam sanatı olan Wabi Sabi’den de söz etmek gerek. Wabi, sadelik, alçak gönüllülük, doğayla uyumlu yaşam gibi özellikleri, Sabi ise yaşanmışlıkla ortaya çıkan kusurlardan keyif almayı ve kucaklamayı temsil ediyor. Yaşanmışlığın hatalarını altın tozuyla onaran ve kusurları parlatan Kintsugi felsefesi, Wabi Sabinin iyi bir örneğidir. Basit, sade bir yaşam, kusuru ve zamanın getirdiklerini kabullenerek mükemmel güzellik ve yaşam alanı elde etmek ve bunu estetik görebilmek… Pozitiflik dediğimiz şey bu olsa gerek!
Keyifli Pazarlar,
Sevgilerimle 💖