Sanat tarihinin en bilinen resimlerinden biri kuşkusuz Edvard Munch’un “Çığlık” adlı eseri. Tabloyu daha iyi anlayabilmek için Munch’un yaşamındaki bazı anekdotları bilmekte fayda var. Annesini ve iki kardeşini tüberküloz sebebiyle (buraya büyük bir parantez açma ihtiyacı hissettim. Avrupa tarihinde en fazla ölüme sebebiyet veren hastalıklardan biri veremdir. Öyle ki 1800’lü yıllarda Avrupa’nın %70’i vereme yakalanmıştı. Mesela Kafka, Çehov gibi isimler de bu hastalık yüzünden vefat etmişlerdi. Bizde de durum farklı değildi. Zaten öyle olmasa ülkenin dört bir yanına Verem Savaş Dispanseri açılmazdı. Ben başka bir hastalık için Devlet eliyle açılmış böyle bir kurum adı bilmiyorum. Demek ki vaka görülme oranı çok yüksekti. Hala dünyanın bazı bölgelerinde sıklıkla görülse de Avrupa’da ve Türkiye’de vaka sayıları eskiye nazaran çok daha az seviyelerdedir. Bunun nedenleri arasında tıbbın ve ilaç sektörünün ilerlemesi gibi faktörler olsa da bence aslan payı BCG aşısıdır. Bugün birçok ülkede Covid ile ilgili yapılan araştırmalarda BCG aşısı olmuş kişilerde ölüm oranlarının daha az olduğuna dair raporlar yayınlanmaktadır. Tabii bu kesinlik arz etmese de hangi hastalık olursa olsun “aşı”nın önemini bir kere daha görmüş oluyoruz) çok erken yaşlarda kaybeden Munch’un bir kız kardeşi de şizofren tanısıyla akıl hastanesinde kalmaktadır. Sürekli kardeşini ziyarete giden Munch, akıl hastanesinde ve hastanenin hemen yanındaki hayvan kesimhanesindeki çığlıkları zihnine yerleştirmişti.

Tablodaki arka planda gördüğümüz yer Norveç’teki Ekeberg Tepesi’nden görünen bir kısım. Munch’un kız kardeşinin yatırıldığı akıl hastanesinin bu bölgeye yakın olduğu söyleniliyor.

Munch bu tablo için günlüğüne şöyle bir şey yazmış: “İki arkadaşımla gün batımında yürürken aniden gökyüzü kahverengiye dönüştü. Durdum, hissizleştim ve bir parmaklığa dayandım. Bir tarafta şehir uzanıyordu ve altımda fiyort vardı. Güneş battı, bulutlar sanki kanla kırmızıya boyanmıştı. Arkadaşlarım yürümeye devam ettiler. Ben ise orada korkuyla titreyerek kalakaldım ve tüm doğanın çığlık attığını hissettim. Resmi yaptım, bulutları kan rengi boyadım. Renkler de çığlık atıyorlardı.” Yani çoğu kişinin bildiğinin aksine en önde olan ve Munch’un kendisiyle özdeşleştirdiği aslında “cinsiyetsiz” olan kişi çığlık atmıyor; doğadan, bilinçaltından, zihninden gelen çığlığı duyuyor. Tablonun arka kısmında yer alan iki “erkek” ise çığlığı duymayanlar. Munch’un duyduğu sesler neydi? Unutmaya çalıştığı, görmezden geldiği, bilmek ya da yüzleşmek istemediği toplumsal ya da kişisel bir şey miydi, kardeşini ziyaretlerinin dışavurumu muydu, yoksa bambaşka bir şey miydi bilmiyorum. Topluma mal olmuş bu tarz eserleri, asıl haline saygısızlık etmeden istediğimiz gibi yorumlama hakkımız olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden tabloyu bana anlattığı şekliyle değerlendirmek isterim:
“Çığlık” dişil bir eylemdir. Yani ergenlik sonrası erkeklerin çığlık atmasına çok tanıklık etmeyiz. Bunun bilimsel bir açıklaması var: erkek çocukların gırtlakları büyür ve adem elması dediğimiz bir çıkıntı oluşur. Bu büyüme sonucunda erkek sesinde bir kalınlaşma meydana gelir. Kızlarda da gırtlak büyümesi vardır ama erkekler kadar gelişmiş değildir. Her iki durumun da mutlaka istisnaları vardır ama genel itibariyle sesi kalınlaşmış erkek çığlık atma yetisinden de mahrum kalır. Yüksek sesle bağırmasına, haykırmasına ancak -yanlış anlaşılmazsa- “böğürme” diyebiliriz.
İlk insandan beri dinler, mitolojiler, fikir adamları hep “doğa” ile “kadın”ı özdeşleştirmiştir. Çünkü kadın ve doğa verimlidir, korumacıdır, doğurgandır. Mesela Yunan Mitolojisine göre “toprak ana” olarak bilinen Gaia, tüm titanların ve tanrıların ilk annesi sayılır. Gene Yunan Mitolojisinde doğa tanrıçası Artemis, tarımın ve bereketin tanrıçası Demeter, Friglerdeki bereket tanrıçası Kybele, Türk Mitolojisindeki Yer Ana, Sümerlerdeki ana tanrıça ve yer tanrıçası olarak bilinen Ninhursag, Pers Mitolojisindeki toprak tanrıçası Spenta Armaiti v.s
Erkek ile özdeşleştirilen şey ise geniş anlamıyla “yönetim”dir. Bu yüzden “devlet baba”dır.
Munch’un “Doğa’nın Çığlığı” şeklinde adlandırdığı tablomuza geri dönersek, yukarıda yaptığım yorumlar ışığında bu çığlığı bir ya da birden fazla kadının sesi olarak değerlendirmek mümkün. En azından ben bu tabloya her baktığımda bir kadının feryadını, bu feryadı duyup elinden bir şey gelmeyen ama bir yandan da kahrolan “cinsiyetsiz” bir “insan”ı; kulağı sağır olmuş, hiçbir şekilde çığlıkları işitmeyen iki erkek figüründe de “ataerkil yapı”nın amansız savunucularını ve “devlet”i görüyorum.
Geçen hafta ekonomiden dolayı çok fazla gündemde kalmasa da 3 yaşındaki Müslüme Yağal ismindeki bir kız çocuğunun önce kaybolduğu sonra da cesedinin bulunmasıyla birlikte ortaya çıkan gerçekleri öğrendik. Keşke öğrenmez olsaydık. Her kadın, çocuk cinayetinde, tacizinde, şiddetinde, tecavüzünde failleri, yaşadığım dünyayı lanetlemekten bıktım. O insanların çığlıklarını duymak ama kahrolmaktan başka hiçbir şey yapamamak her geçen gün daha da yıpratıyor. Çığlığa sebep olan sığlığa da, ataerkil sisteme de, buna çanak tutan otoriteye de bildiğim bütün bedduaları ediyorum. Mehmet Akif Ersoy’un “Ya Rab Bu Uğursuz Gecenin Yok mu Sabahı şiirinin son satırındaki:
“Ağzım kurusun… Yok musun ey adl-i İlahi!”
gibi çığlık atmak istiyorum. Maalesef bu şehirde çığlık atacak yer bile yok.
İsveç’in Uppsala şehrinin Flogsta isminde bir mahallesi var. Burada uzun zamandan beri genellikle üniversite öğrencileri ikamet ediyor. Mahallenin özelliği, öğrenciler saat 22:00’dan sonra stres atmak için camı açıp avazları çıktığı gibi bağırıyorlar. Flogsta Scream denilen bu eylemde her çığlığa başka bir yerden çığlıkla cevap geliyor. Şu günlerde kıskandığım tek yer olabilir.
Sadece enerji boşaltımı için çığlık atmak ve çığlık sesi duymak dileğiyle…
İyi Pazarlar.
Sevgili Elif hanım çok güzel yorumlarınıza kendimce düşündüğüm naçizane bir ekleme yapmak istiyorum.Önde çığlık atan kişinin duyduğu seslerin ve görüntülerin halusinasyon olabileceğini,kendisinin de kardeşi gibi şizoid bir yapı taşıyabilecegini düşunuyorum.Saygılarımla
Dr.Gülgün Çiftçi
BeğenLiked by 1 kişi