Bugünün çocuklarının şanssız olduğu konulardan biri “mahalle kültürü” içinde büyüyemiyor oluşları. Güvenlik, ilk insandan beri insanın en temel ihtiyaçları arasında. Dünya değiştikçe “güvenlik problemi” de farklı bir yere evrildi. Pedofili, trafiğe çıkan araç sayısı, kadının iş hayatına entegre olması gibi artış gösteren faktörlerden dolayı sokaklarda oyun oynayan çocuk görmek pek de mümkün olmuyor. Çocukluğumun en güzel sokak oyunlarından biri “renkli istop”tu. Farklı yerlerde başka isimlerle oynanmış/oynanıyor olması muhtemel bu oyun şu şekildeydi: oyuncular bir daire oluşturur, bir kişi elindeki topu havaya atar ve orada bulunanlardan birinin adını söyler. Adı söylenen kişi topu havada yakaladıktan sonra “istop” diye bağırır. O sırada sağa sola doğru koşmuş oyuncular hareket etmeden durur. İstop diyen kişi yani “ebe” bir renk söyler. Diğer oyuncular söylenilen rengin olduğu bir nesneyi tutmak için kaçmaya başlar. Söylenilen rengi bulup tutan oyuncu ebe tarafından vurulamaz. Ebe, rengi tutamayan oyunculardan birine topu atıp vücudunun herhangi bir yerine temas ettirince oyun biter ve vurulan kişi yeni ebe olur, böylece oyun aynı şekilde devam ederdi. Oyunda genelde en başarılı olanlar kız çocukları olurdu. Çünkü erkek çocuklar ebe olduklarında yeşil, sarı, kırmızı, siyah gibi basit renkleri söylerken; kız çocukları yavruağzı, bej, oranj gibi daha az bilinen renkleri söylüyordu ve “hangi renk bu” diye düşünen erkekler çoktan ebelenmiş oluyordu. Tabii o yıllarda bunun nedenini çok anlayamıyordum ama yıllar sonra fizik, optik, biyoloji gibi derslerin eğitimini alınca taşlar yerine oturdu. İnsan gözünde ışığı algılayan reseptörler bulunuyor. “Koni reseptörü” diye bilinen aydınlık ortamda görmeden sorumlu olan reseptörler üç temel rengi algılıyor: kırmızı, mavi ve yeşil. Kırmızı ve yeşil renkten sorumlu fotoreseptör hücre X kromozomunda bulunuyor. Erkeklerde XY, kadınlarda XX kromozomu olduğu için, kırmızı ve yeşil rengi, bu renklerin tonlarını kadınlar daha güçlü bir şekilde algılayabilirken, erkekler zorlanıyor. Erkeğin X kromozomunda bir hasar varsa telafi edemeyeceği için renk körü olması kaçınılmazdır. Kadının renk körü olması çok daha zordur, çünkü kadındaki X kromozomlarından birinde bir problem varsa diğer X ile bunun üstesinden gelebilir. Ancak diğer X de sorunlu ise kadın renk körü olabilir. O yüzden erkek renk körü sayısı, kadına göre çok daha fazladır.

Biz kadınlar “kiraz kırmızısı”, “rubi kırmızısı” gibi ton ayrımı yapıp isimlendirirken, çoğu erkek o renkteki nesnelere bakıp “kırmızı” der ya da bizim “narçiçeği rengi” dediğimizi erkekler “kırmızı, pembe arası bir renk” diye tarif eder. Yani erkekler “fuşya”ya bakıp “koyu pembe bu” dediğinde, kadınların “fuşya ile pembeyi nasıl ayırt edemiyorsun” demesiyle, erkeklerin “renklerin tonlarına bu kadar isim vermek gereksizliktir” umursamazlığı aynı ölçüde anlamsızdır. Çünkü belirttiğim gibi kromozomlar arasında güçlü bir fark var. Kaldı ki çoğu insan üç tip koni hücresine sahipken bazı insanlarda daha doğrusu bazı kadınlarda bu koni hücre sayısı dört olabilmektedir. Bu da milyonlarca farklı renk tonunun görülebilmesi anlamına geliyor.
Tıp’ta aşırı stres, üzüntü gibi durumlarda kalp kasının geçici olarak zayıflaması hastalığına Takotsubo Kardiyompatisi adı veriliyor. Bunun bir diğer adı “kırık kalp sendromu”. Yani kimi üzüntülerden sonra “kalbim kırıldı” diye kullandığımız ifadenin gerçekten bir karşılığı var. Bu hastalığın ya da sendromun tuhaf tarafı ise, belirtilerinin tamamen “kalp krizi” ile aynı olması. Bir anlamda ayrılık, boşanma, vefat ya da strese yol açan trajik olaylar sonucunda o kadar üzülüyorsunuz ki vücut kalp krizini taklit ediyor.
Yapılan araştırmalara göre kırık kalp sendromuna kadınlar, erkeklere göre çok daha fazla yakalanıyor. Hatta bu rahatsızlığı direkt olarak kadın hastalığı olarak kabul edenler de var. Burada psikanalizde kullanılan ve Carl Gustav Jung tarafından temellendirilmiş iki kavramdan bahsetmek isterim: “anima” ve “animus”. Anima, erkeğin kadınsı tarafıyken, animus da kadının erkeksi tarafı. Demek ki bir erkeğin kırık kalp sendromuna yakalanabilmesi için “anima”sının güçlü olması gerekiyor.
“Göz” ile “kalp” arasında çok güçlü bir ilişki bulunuyor. Bilim insanları “kalp hastalıkları”nın göz muayenesi ile tespit edilebileceğini söylüyorlar. Halk arasında kullanılan: “Gözden ırak olan gönülden de ırak olur”, “Gözler kalbin aynasıdır” v.s gibi ifadeler her ne kadar bilimsel olmasa da öteden beri göz ile kalp arasındaki sıkı ilişki olduğu inancını gösterir.
Renk algısı kadınlarda daha gelişmiş, kırık kalp sendromu da çoğunlukla kadınlarda görülen bir hastalık ise ve kalp ile göz arasında da bir ilişki varsa şu anda yazdığım ‘taze’ teoriye göre X kromozomunda bir nokta/bölge var. O nokta her türlü detayı hem görsel hem kalben algılıyor, yorumluyor ve sonra bir tepki veriyor 🙂
İşin şakası bir tarafa özellikle erkeklere seslenmek istiyorum: üzmeyin bizi, gerçekten kalbimiz kırılabiliyor.
Yazıyı Mevlana’nın bir sözüyle bitireyim:
“Ya kırdığın kalbi Allah seviyorsa? Bilemezsin, bilseydin ödün kopardı. Dokunamazdın…”
İyi Pazarlar
Sevgilerle..