Türk Tarihi’nin en trajik olaylarından biri, Ertuğrul Fırkateyni’nin Japonya’ya çıktığı sefer dönüşünde fırtınaya yakalanıp alabora olması sonucunda yüzlerce Osmanlı denizcisinin hayatını kaybetmesidir. Ölümlerden dolayı ortaya çıkan trajedi bir tarafa, aslında bu hadisenin başından sonuna kadar alınması gereken büyük dersler var(dı). Öncelikle bu fırkateynin Japonya’ya gitme amacı, dönemin padişahı 2. Abdülhamid’in, bir süre önce Japon imparatoru Meiji’nin amcası Prens Komatsu’nun kendisini ziyarete gelmesininin ardından Osmanlı-Japon ilişkilerini geliştirmek için hediyeler yollayıp bir anlamda iade-i ziyaret yapmaktı. Tamam da bu yolculuğu yapacak şartlar yani uygun gemi, yeterli ekipman v.s var mıydı? Tabii ki hayır. Çünkü Abdülhamid’in en büyük korkusu amcası Abdülaziz’e yapıldığı gibi kendisine de darbe yapılmasıydı. O darbede donanmanın etkin olmasından dolayı Abdülhamid göreve geldiğinde bütün gemileri Haliç’e bağlatıp çürümelerine neden oldu. O gemilerden biri de Ertuğrul’du. Onca yıldır demirlenmiş bir şekilde bekleyen fırkateyn, Japonya’ya gönderilmek için seçilmişti. Ertuğrul Fırkateyni’nin o dönem çarkçıbaşısı İngiliz Hearty Bey’dir ve haber kendisine geldiğinde geminin çürük olduğunu ve böyle bir sefere çıkmasının intihar olacağını söyler. Tabii Hearty Bey’in verdiği rapor çok da önemsenmiyor çünkü padişaha Ertuğrul Fırkateyni’nin sağlam olduğu söylenmiş. Bir şekilde Bahriye Nezareti olaydan haberdar oluyor, gemi için bir komisyon kuruluyor ve komisyon raporunda “hiçbir sorun yok” yazılıyor. O yıllarda Bahriye Nazırı Hasan Hüsnü Paşa’dır ve gemiye kefil olduğunu göstermek adına geminin komutanlığına damadı Albay Osman Bey’i getiriyor. Aslında bu görev için önce Osman Bey’in abisine teklifte bulunuluyor ama “bu gemi çürük” diye teklifi geri çeviriyor. Sonradan ortaya çıkan mektuplar arasında Osman Bey’in Japonya yolundayken abisine yolladığı bir mektup bulunuyor. “Söylediğin gibi bu gemi çok çürük ama karımın dırdırından kurtulmak için dünyanın bir yerinde ölmeye bile razı geldim” yazıyor. Yani herkes tarafından kabul edilen bir şey var ki bu gemi aylar sürecek yolculuğa uygun değildir.

Her neyse Ertuğrul yola çıkıyor. Normalde 2-3 ayda gitmesi gereken mesafeyi 11 ay gibi bir sürede alıyor ve türlü zorluklarla Japonya’ya ulaşıyor. Padişahın hediyeleri teslim ediliyor ve dönüş yoluna geçilmek isteniyor. Japonlar buna şiddetle karşı çıkıyorlar çünkü o günlerde fırtınanın yoğun olduğunu, kendi gemilerinin bile denizde bulunmasını yasakladıklarını söylüyorlar. Ayrıca Ertuğrul’un son derece yıpranmış olduğunu, illa geri dönmek istiyorlarsa kendilerine gemi verebileceklerini söylüyorlar. Türk mürettebatı “kendi gemimizle döneceğiz” diye ısrar edince onları ikna edemiyorlar. Ve dönüş yolunda daha Japonya sularından ayrılmadan çıkan fırtınada fırkateynin gövdesine bağlı üç direkten ikisi çatlar ve su almaya başlar. 500’den fazla denizci, fırkateyn ile birlikte sulara gömülür. Kurtulmayı başaran 69 kişi donmak üzeredir. Japonya’daki Kushimoto köyünün halkı, denizcileri vücut ısılarıyla hayata bağlamak için üzerlerindekileri çıkarır ve onlara sarılırlar. Anlatılanlara göre Japonların minyon, Türklerin de biraz heybetli olmasından dolayı kimi Türk denizcisini kadın- erkek 3-4 Japon sarıp sarmalamış. 69 kişiye önce bedenleriyle, sonra evlerinde misafir ederek hayat veren Kushimoto halkı, o feci günün anısına bir de anıt yapmış.

Belki çoğu kişinin bildiği, fazla detaylandırmadığım bu hadisenin benim için ilk paragrafta bahsettiğim gibi bazı önemli noktaları var. Öncelikle “itibardan tasarruf olmaz” zihniyetiyle elde avuçta yokken emrindeki donanmayı böyle bir sefere yollamak tek kelimeyle izansızlık. “Güç”ü elinde bulunduranların ne kadar tehlikeli olabileceğini, hayatın her zaman “cehalet”e bedel ödeteceğini bugün de, geçmişte de görebiliyoruz.
Peki, Japonların onca uyarısına rağmen “kendi gemimizle döneceğiz, bize bir şey olmaz” diyen kafa ile Covid-19 ilk çıktığında “Biz Türküz, Müslümanız bize bir şey olmaz”, kurdaki artıştan dolayı “Onların doları varsa bizim Allahımız var” diyen kafanın aynı olması… Zihniyet aynı, sadece aktörler değişiyor…
Benim için asıl önemli nokta ise bugüne nispetle daha kapalı bir dünyada, tabuların en yüksek seviyelerde olduğu bir zaman diliminde yani yaklaşık 130 sene önce 69 kişiyi hayata döndürmek için kadınların bile soyunup vücut ısılarıyla erkekleri ısıtması. Böyle bir olay mesela İslam coğrafyasında yaşanmış olsa hangi Müslüman kadın böyle bir şey yapabilir? Oysa dinlerin varoluş sebeplerinden biri, bireyin ve toplumun ahlaki değerlerini rehabilite etmek değil midir? Organ bağışının caiz olup olmadığı tartışmalarının yaşandığı, erkek jinekologa gitmeyi geçtim, tıbbın herhangi bir alanında erkek doktora tedavi olmayı reddeden, yasaklayan bir sistem, öğreti, inanç olamaz, olmamalı.
Milyonlarca müridi, dinleyeni olan Cübbeli Ahmet bir konuşmasında: “Kadınların çalışması çok büyük bir fitne fesat ve günah. Misli yok, kadının erkeklerin ortamında çalışması… Kadınlar kendi arasında çalışsın, okul kursun ama erkek sinek girmeyecek. Kadının erkek ortamında çalışması gibi bir fesat varken memleket düzelebilir mi? Her şey buna bağlı; işsizlik buna bağlı, erkeklerin maaşının düşüklüğü buna bağlı, ekonominin bozukluğu buna bağlı” demişti. Sonrasında hastalığından dolayı acile kaldırılınca hastanede ilk müdahaleyi bir kadın doktor yapmıştı. Şimdi kafasında sarık, göbeğine kadar sakal bırakan, dış görünüşüyle ve söylevleriyle “En Müslüman benim” imajı veren Cübbeli Ahmet hakiki müslüman ve ahlaklı ama onu ve belki binlerce kişiyi hayata döndüren kadın doktor “çalıştığı için” günahkar ve ahlaksız öyle mi 🙂

Hadi daha fazla uzatmadan keyifli Pazarlar dileyeyim herkese…
Tebrik ediyorum
İçimizi acıtan bu günlerde tek adamların kendi menfaati için neler yapabileceğini din kisvesi altında topluma verilen zararı özetlemişsiniz
BeğenLiked by 1 kişi
Allah’ın evinde kadınları caminin arka yerine hapseden yine aynı ilkel akıl değil de nedir?
BeğenBeğen