Bugünkü gençlerin, çocukların bana göre en şanssız olduğu alanlardan biri “kütüphane kültürü”nden uzak olmaları. Şimdilerde sıradan kabul edilebilecek ve ulaşması son derece kolay bir bilgiyi bulmak, öğrenmek adına kütüphane yollarını az arşınlamadık. biz ve bizden önceki kuşaklarda “kütüphane müptelalılığı” vardı. Bazen herhangi bir ders ya da ödev araştırması olmasa bile dört bir yanının kitap olduğu o sessiz alanda bir süre vakit geçirmek müthiş bir terapi gibi gelirdi. Mevlana’nın çok sevdiğim sözlerinden biri olan: “Cahil kimsenin yanında kitap gibi sessiz ol”un manasını orada anlıyordum. Literatürde bulamadım ama bu kütüphane sevdasının “librarymania” falan şeklinde terimsel hali bulunmalıydı, büyük eksiklik:)
İngilizler, İstanbul’u işgal ettiğinde mesela Topkapı Sarayı’nda bulunan ve dünyaca meşhur “Kaşıkçı Elması”na falan hiç dokunmamış. Ne mi yapmışlar? Kütüphaneleri yağmalamışlar. Başta British Museum olmak üzere dünyanın pek çok yerine dağılmış binlerce kitap, el yazması eserler. Mesela bunlardan biri Arşimed’e ait “Metot” adlı yazma. Bu eserden yararlanıp Homolog Yapıların Matematik bilimine girdiğinden bahsedilir. Belki bilmediğimiz daha neler vardır…
Her toplum yaşadığı coğrafyadan, tarihinden, geleneklerinden, etkileşimde bulunduğu kültürlerden, yaşadığı dönemden etkilenerek kendi dilini oluşturur. Kuzey Avrupa dillerinde “kar”, Arapçada “deve”, İngilizcede “şeytan”, Türkçede “akraba terimleri” için onlarca farklı kelime vardır. Yani bir dilde en fazla kullanılan kavrama ya da kavramlara bakıp o dilin konuşulduğu topluma dair fikir sahibi olabiliriz. Mesela Japoncada “kitap okumak” eylemi için birbirinden farklı kelimeler bulunuyor. “Tachiyomi” diye bir kelime var, “ayakta kitap okumak” anlamına geliyor. Bu kavramın kullanım alanı hayli genişmiş. Metroda, otobüste ayakta yolculuk yaparken ayakta kitap okumak için kullanıldığı gibi, kitapçılarda bulunan eserlere ayaküstü göz atmak için de kullanılıyormuş. Hani seyahat ederken yan koltuğumuzda bulunan birinin okuduğu gazete, dergi ya da kitaba gözümüz dalar veya bizim okuduğumuz bir şeyi yanımızdakinin gizliden gizliye okuduğunu hissederiz ya, işte bu okuma durumunu Japonlar “nusumiyomi” ismi vererek kavramsallaştırmışlar. Benim de muzdarip olduğum ve tek bir kelime ile tanımlayamadığım “bir kitabevine girdiğimde satın aldığım ama bir türlü okuyamadığım kitaplar”a “tsundoku” demişler. Tsundokunun biraz daha ilerlemiş hali Psikoloji biliminde “obsesif kompulsif bozukluk” içinde kendisine yer bulup terimleşiyor: “bibliyomani”. Kısaca “kitap düşkünlüğü”. Ama burada özne “okumak”tan çok “kitap”ın kendisi. Yani düşkün olunan şey okumak değil, kitaba sahip olmak. “Okuma düşkünlüğü” ise “bibliyofil” olarak isimlendiriliyor. Ben bibliyomaniyi “kitap delisi”, bibliyofili de “kitap velisi” olarak tanımlıyorum. Bibliyomanide hastalıklı bir durum olduğu aşikar. Bibliyofil için kitap velisi ifadesini kullanma nedenim ise, “veli”nin asıl anlamının “dost”, “yoldaş” olmasıdır. “Bilgi”ye, “öğrenme”ye giden yolda çoğunlukla en iyi dost hiç şüphesiz kitaplardır.
Bu topraklarda hem bibliyofili hem de bibliyomaniyi tek bir bünyede toplamış bir isim yaşadı: Ali Emiri Efendi.

Doğduğu 1857 yılından, vefat ettiği 1924’e kadar kitaplara, bilmeye harcanmış bir ömür… Öyle bir kitap sevdası ki bu, sonradan “milletime bırakacağım en önemli eserimdir” diyeceği, bugün Millet Yazma Eser Kütüphanesi ismiyle varlığını sürdüren dönemin Millet Kütüphanesi’ni tamamen kendi sahip olduğu 4.500 yazma ve 16.000’den fazla nadide eser ile hizmete açmıştır.
Günümüz şartlarında bile çok ciddi bir sayı iken bir de o dönemin imkanlarını düşündüğümüzde böyle bir arşive sahip olmak hayranlık uyandırıcı bir emeğin, azmin sonucu olarak karşımıza çıkıyor. Hayatı boyunca evlenmemiş, kitaplardan başka hiçbir şey düşünmemiş Ali Emiri Efendi, bu eserlere sahip olmak için akıl almaz şeyler de yapmış. Mesela bir yazmanın ya da kitabın peşine düşüp satın alma fırsatı bulamadığında o eseri ödünç alıp kopyasını çıkarıyormuş. Bu şekilde 1000’in üzerinde bizzat kendisi tarafından yazılmış el yazması bulunuyor. Bir başka örnek: Ali Emiri Efendi, Yanya’da görevliyken nadide bir Arapça eserin ikinci cildinin Yemen’in başkenti Sana’da olduğunu öğrenir öğrenmez Bab-ı Ali’ye dilekçe verip Yemen’e tayinini ister. Bu da bibliyomaninin bir tezahürüdür.
Böylesi bir hayat yaşayan insan, evinden dışarı adım attığında ilk olarak nereye gider? Tabii ki sahaflara. Haftanın en az üç günü büyük bir heyecanla sahaflara gider, her defasında da mutlaka bir şeyler alıp dönerdi. Gene bir sahaf ziyareti sırasında “benim için bir şeyler var mı” diye sorduğunda sahaf: “Bir kitap var ama sahibesi 30 lira istiyor” cevabını verdi. O yıllarda 30 lira bir kitap için çok ciddi sayılacak meblağdır. Böylesi bir fiyat ile satılan kitap Ali Emiri’nin ilgisini çeker. “Acaba ne hakkında yazıyor” diye kitabı kontrol ederken, sahaf da kitabın kendisine geliş hikayesini anlatır. Eski defterdarlardan Ahmet Nazif Paşa, akrabası olan bir kadına: “Bak sana bir kitap veriyorum, sıkıştığında sahaflara götür ve 30 liradan aşağıya da satma” demiştir. Aradan bir vakit geçtikten sonra kadın sahafa gelip kitabı 30 liraya satmak istediğini söylemiş. Sahaf, kendisine gelen kitabı dönemin Milli Eğitim Bakanlığı’na götürmüş, orada yapılan incelemeler sonrasında çok pahalı bulunup iade edilmiştir. Ali Emiri Efendi, sahafın söyledikleriyle hiç ilgilenmez, çünkü elindeki kitabı incelediğinde bir hazineye ulaştığını fark eder. Hiç renk vermez ve sahafla pazarlığa tutuşur. “Dağınık bir eser. Yazarı da Kaşgarlı diye bir adam. Kimdir, necidir belli değil. 15 lira veririm” der. Sahaf, kitap kendisine ait olmuş olsa bu fiyata bırakabileceğini ama kadının 30 liradan bir kuruş aşağıya satmaması gerektiğini belirttiği için 29 liraya bile satamayacağını söyler. Aslında Ali Emiri Efendi değil 30, bütün servetini bu kitaba vermeye razı olacak haldedir. Ama şöyle bir sorun vardır ki üzerinde sadece 15 lira parası bulunmaktadır. Eve gidip para alıp dönse, kitabın başkasına satılma ihtimali var. Paranın kalanını sonra vereyim dese, sahaf belli ki bunu kabul etmeyecek. Bir rivayete göre dükkanın kapısını sahafın üzerine kilitleyip anahtarı cebine koyar ve etrafta tanıdık birini bulmaya çalışır. Şans bu ya, çok sevdiği bir dostunu görür, ondan borç para ister ve sahaf dükkanına dönüp eserin parasını ödeyerek satın alır. Ali Emiri Efendi’nin: “Bu kitap değil, Türkistan ülkesidir… Türkistan değil bütün cihandır. Türklük ve Türk dili bu kitap sayesinde çok farklı yere gelecek” diye tanımladığı o kitap, Türkçenin bilinen en eski sözlüğü olarak kabul edilen Divanü Lugati’t-Türk’tür. Aslında bu güzide eseri sadece sözlük olarak değerlendirmemek gerekiyor. İçinde atasözleri, deyimler, destanlar, ağıtlar olduğu gibi, tarih, coğrafya, sosyoloji gibi alanlara dair de bilgiler vardır. Bu yüzden “ilk Türkçe sözlük” yerine “ilk Türkçe ansiklopedi” demeyi daha uygun buluyorum.
Bu kadar değerli bir eserin ortaya çıkmasına vesile olmak da sanırım en çok Ali Emiri’ye yakışırdı… Divanü Lügati’t-Türk’ün çoğaltılıp günümüze ulaşmasını sağlayan Ali Emiri Efendi’nin elindeki asıl nüsha, hala kendi kurduğu Millet Kütüphanesi’nin bünyesinde yer almaktadır. İstanbul’un işgali sonrasında Fransız komutan Ali Emiri ile görüşüp bu eser için 10 bin lira, kütüphanede yer alan değerli başka eserleri de 20 bin liraya satın almak ister. Ali Emiri Efendi: “Ben bunları milletime kazandırmak için bir ömür harcadım. Bu kütüphaneyi milletimize vakfedeceğim. Adını ‘Millet Kütüphanesi’ koyduğum bu kıymetli eserimi canımdan daha aziz bilirim. Asla böyle bir şeye rızam olmaz bir daha böyle teklif yapmayın” diyerek bu isteği geri çevirecektir.

Tarihin her döneminde etkin olmuş böyle bir milletin, arşivcilik, kütüphanecilik, eski eserleri okuma, saklama gibi faaliyetlerden uzak olması ne acı. Neden Türklere ait Orhun Yazıtları’nı Danimarkalı dil bilimci Vilhelm Thomsen çözdü de, Türk dünyasından biri bu kitabelerle ilgilenmedi? İlk Türk-islam yazılı eseri olarak bilinen ve sadece üç nüshası bulunan Kutadgu Bilig’in ilk nüshasının Viyana’da ne işi var? Orijinal yazma olarak sadece iki tane bulunan, Türk kültürünün en önemli miraslarından Dede Korkut Hikayeleri neden Almanya-Dresden’de ve Vatikan’da? Bugün dünyanın pek çok ülkesinde Türklere ait el yazması eserler bulunuyor. Divanü Lügati’t-Türk’te belirttiğine göre Kaşgarlı Mahmud, “Kitabu Cevahirü’n-Nahv fi Lugati’t-Türk” isminde bir gramer kitabı daha yazmış. Bugüne kadar ortaya çıkmayan bu eser kim bilir kimin elinde! Ya Divanü Lügati’t-Türk şans eseri Ali Emiri gibi bir adamın karşısına çıkmasaydı ya da Fransızların teklifini kabul edip onlara satsaydı veya gün yüzüne çıkarmayıp kendi evinde saklasaydı? İşte bu yüzden Türk şiirinin en önemli isimlerinden Yahya Kemal Beyatlı, onun ne kadar kıymetli bir iş yaptığını idrak ederek milletin sesi, vicdanı olup kendisini övgüyle ve hürmetle yad etmiş:
“Muhtac isen füyuzuna eslaf pendinin (Eğer atalarının nasihatine ihtiyaç duyarsan)
Diz çök önünde şimdi Emiri Efendi’nin” (Ali Emiri’nin önünde diz çök/hürmet et/ona talebe ol)
Zamlarla karşıladığımız 2022, sinirimizin, öfkemizin, kaygımızın, isyanımızın kitaplara sığınarak geçtiği bir yıl olur umarım. Hiçbir şey yapamayıp “kitap gibi sessiz olmak”tan başka neyimiz var?
İyi Pazarlar.
Gerek öz, gerekse de söz olarak mükemmelden çok üstün bir yazı.
Eline, emeğine sağlık. mBalkanay
BeğenLiked by 1 kişi
Elifcim kalemin dert görmesin çok güzel bir yazı olmuş .Eğitimli insanın öğrenme , bilgi edinme tutkusu ,bilime ve kitaplara bağlılığına karşın cahil insan içinde “boş tenekeden çok ses çıkar “ demişler. Çok bağırandan çok bıktık .
BeğenLiked by 1 kişi