Başka toplumlarda var mıdır, varsa hangi düzeydedir bilgim yok ama her ne kadar yeni gelen kuşaklarla kırılmaya çalışılsa da bizde “hemşehricilik” önemli bir sosyolojik kavramdır. Evet birileriyle aynı şehir sınırları içinde doğmak herhangi bir ayrıcalık yaratmaz ama iç-göç sonrası aynı şehir doğumlu ya da kütüklü bir insanla büyükşehirlerde karşılaşmak, tanışmak istemsiz bir sevincin doğmasına sebep olur. Buna bir nevi “mikro milliyetçilik” diyebiliriz. Ben de bu mikro milliyetçilik kıyafetini üzerime giyip “Üç Kemaller Diyarı” diye bilinen Tekirdağımdan ufakça bahsedeceğim. Namık Kemal, Yahya Kemal Beyatlı, Mustafa Kemal Atatürk’ten oluşan üçlünün Tekirdağ ile bağı nedir? Namık Kemal’i söylemeye gerek yok, doğum yeri Tekirdağ. Yahya Kemal, Tekirdağ milletvekili olarak iki defa Meclis’te yer almış, Tekirdağ’a olan sevgisini de bir şiirinde “Fetihler ufku Tekirdağ” sözleriyle dile getirmiştir. “Bedenimin babası Ali Rıza Efendi, hislerimin babası Namık Kemal” diyen Atatürk ise manevi olarak Tekirdağlı kabul edilir. Çünkü büyük başarılar gösterdiği Çanakkale Savaşı’na Tekirdağ’da kurulan birlikte hazırlanmış, bu yüzden uzun bir süre Tekirdağ’da yaşamış, Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra halka ilk defa yeni Türk Alfabesini göstermek için Tekirdağ’ı seçmiştir. Yani Harf Devrimi’nin temeli Tekirdağ’da atıldı diyebiliriz.


Sanırım Türkiye’deki hemen her şehrin “buçuk”la sembolize ettiği ayrıksı bir ilçesi var. Mikro milliyetçilik içinde hadi buna da “mikron milliyetçilik” diyelim. Karşıyakalılar kendilerini 35 buçuk diye tanımlarken, Oflular asla “Trabzonluyum”, Salihli halkı “Manisalıyım” v.s demez. Bizim Tekirdağ’da da bu payeyi Çorlu alıyor 🙂 Çorlu’dan çıkmış en önemli kişilerden biri edebiyat ve siyaset dünyasının değerli siması Memduh Şevket Esendal’dır. Memduh Şevket’in edebi kişiliğinden ziyade Milli Mücadele döneminde yaptığı bir vazifeden bahsetmek isterim. Kurtuluş Savaşı devam ederken Atatürk liderliğindeki Ankara’daki hükümet, yurtdışında ilk defa bir elçilik açılmasına karar verdiler. Seçilen yer Bakü yani Azerbaycan oldu. Bu göreve de Memduh Şevket Esendal getirildi. Görevi ise 1. Dünya Savaşı’nda esir olarak alınan Türklerin yurda getirilmesiydi. O dönem Azerbaycan’ın başında Neriman Nerimanov bulunuyordu. İsim yanıltmasın, kendisi erkek 🙂 Neriman, “pehlivan” manasına geliyormuş. Her neyse Milli Mücadele devam ederken Atatürk, Memduh Şevket Esendal aracılığıyla Neriman Nerimanov’dan savaş için borç para ister. Neriman Nerimanov istenilen miktarı toplar ve tarihe geçecek şu sözü söyler: “kardeş kardeşe borç vermez, elinden tutar”.
Aynı günlerde Lenin önderliğindeki Ruslar, Milli Mücadeleye destek vermek için savaş mühimmatları verir. Verir vermesine de Karadeniz’de İngiliz deniz kuvvetleri sürekli devriye atmaktadır ve Batum’dan kalkıp Türk deniz sularına gelen gemilerin içinde silah, tüfek gibi şeyler buldukları anda gemiyi batırırlar. Bu yüzden bu silah taşıma işine kimse yanaşmaz. Dursun Kaptan isminde bir denizci bu nakliye işine gönüllü olur ve büyük bir balıkçı teknesi ile tam 55 sefer yaparak o harp malzemelerini Batum’dan yükleyerek, düşman gemilerine yakalanmadan Türk sularına getirir, oradan da Batı cephesine aktarılır. Bu sayede de Türk tarihinin en önemli zaferleri gerçekleşir. Savaş sonrası bu büyük kahraman İstiklal madalyası ile ödüllenirken kendisine atfen ilk defa Safiye Ayla’nın söylediği hoş bir türkü ortaya çıkar.
Osmanlı döneminde resmi bir milli marş yoktur. Her padişahın kendine özgü marşı vardı. Birinci Dünya Savaşının ayak sesleri duyulmaya başlandığında özellikle donanmada zayıf olan Osmanlı, yeniden yapılanmaya gitmek zorunda kaldı. İngiliz firmasına iki zırhlı siparişi verildi. Bu zırhlılardan birinin adı dönemin padişahı Sultan Reşad’tan dolayı Reşadiye oldu. Aradan belli bir süre geçip Reşadiye zırhlısının yapımı bitince kızaktan indirişine dair bir kutlama yapılmasına karar verildi. Yalnız bu açılış İngiltere’de yapılacaktı. Reşadiye zırhlısında görev alacak personeller eşliğinde bir heyet İngiltere’ye gitti. Bazı konuşmalar falan yapıldıktan sonra törenin son kısmında İngiliz askerler kendi milli marşlarını söylediler. Marş bitince sıra Osmanlı birliğine gelmişti ama söyleyecek bir marş yoktu. Tabii rezil de olmak istemiyorlar. Zırhlının çarkçıbaşısı olarak atanan kişi diğer görevlilere bakıp: “arkadaşlar entarisi ala benziyor’u biliyor musunuz” diye sorar. “Biliyoruz” cevabı geldikten sonra hep birlikte “Entarisi ala benziyor/Sultan Reşad bana benziyor” diye türküyü söylerler. O anı gözünüzün önüne getirmeye çalışın: marş diye bir oyun havası söyleniyor ve o sırada da durumu bilmeyen İngiliz askerleri “marş” söyleniyor diye selam verip saygı duruşunda bulunuyor 🙂 Yani Türk tarihinin ilk marşı bu türküdür 🙂
Mahsuni Şerif’e ait, ihtilal zamanı yasaklanmış, bir dönem en fazla söylenen türkülerden “dom dom kurşunu” türküsünün hikayesini yakın zamanda kaybettiğimiz büyük sanatçı Ferhan Şensoy, rekorlar kıran Ferhangi Şeyler oyununda şöyle anlatmıştı:
“Benim bir güzel dostum var, hepiniz tanırsınız, Aşık Mahzuni Şerif. Aşık Mahzuni, Kahramanmaraş’ın köyünde oturur. Oralıdır, yer yer ve zaman zaman gelir Bizans’a, çok kalmaz, hızla döner köyüne. Aşık Mahzuni’yi 12 Mart’ta çok üzdüler. Evini yaktılar, köyü terk etsin diye, Mahzuni “ben buralıyam, köyümü terk etmem” dedi, evini onardı, yeniden yaktılar. Yeniden onardı, yeniden yaktılar; yeniden yakmak için yeniden tamamen onarmasını beklediler de bir yangından sonra Mahzuni dellendi, aldı sazı eline, ‘Erim Erim Eriyesin’i söyledi. 12 Mart’ı en güzel Aşık Mahzuni söyledi. Kahramanmaraş’ta bir yiğit ‘solcudur’ diye vuruldu da Aşık Mahzuni “Dom Dom Kurşunu’nu söyledi; siz diskoda dingildeyin diye söylemedi. Yani demem o ki, bir şey yaşanmışsa, o, acısıyla, sevinciyle, hüznüyle kendi şarkısını, kendi türküsünü kendiliğinden getirmekte.”
Dünyanın en zengin mutfağının neden Fransa olduğunu merak ediyordum. Biraz araştırınca sebebinin tamamen “derleme çalışması”nda yani kayıt altına alma olduğunu görünce hayıflandım. Bu kayıt alma işini dünyada ilk onlar yapmış. Fransa sınırları içindeki her yere gidip yerel, geleneksel yemekleri tarifleriyle beraber yazmışlar ve ortaya devasa bir liste çıkmış. Yazmanın, kayıt altına almanın ne kadar önemli olduğunu bir kere daha görmüştüm. Ben çok fazla türkü bilen, türkü dinleyen biri değilim. Ama kazıyıcılıktan yani türkülerin, deyişlerin, sözlerin arkasındaki hikayeyi öğrenmekten haz alıyorum. Ve ne zaman bir türkü araştırmaya kalksam kayıtlarda şu ibareyi görüyorum: “Derleyen: Muzaffer Sarısözen”. Kimmiş, neciymiş diye bakınayım dedim, bilgisizliğimden utandım. Bu değerli şahsiyet bir ekip ile birlikte 1937-1957 yılları arasında şehir şehir, kasaba kasaba, köy köy gezip türküleri, hikayeleri, yöresel kullanımları kayıt altına aldırmış. Yani bu topraklarda Muzaffer Sarısözen diye biri yaşamasaydı ya da onlarca yıl bu derleme işini yapmasaydı şu an ortada “türkü” diye bir şey olmayacakmış. Aşık Veysel bile kendisi sayesinde tanınmış. O olmasaymış mesela benim bile bildiğim İzmir’in Kavakları, Gesi Bağları, Bülbülüm Altın Kafeste, Allı Turnam hatta yukarda hikayesini anlattığım Entarisi Ala Benziyor gibi eserler sadece söylendiği yörelerde kalacak belki de bir süre sonra tamamen unutulacaktı. Türkülerle aramın olmaması tabii ki benim problemim ama Muzaffer Sarısözen ismini kırk yaşından sonra öğrenmek benimle birlikte bu zamana kadar görev almış devlet yetkililerinin de problemidir. Bu ülke için kıl kadar faydası olmamış insanların isimlerini biliyorken böylesi bir hizmette bulunan kişinin adını, yaptıklarını nesiller boyu anlatmamak politik ve sanatsal bir ihanettir.
Son günlerde savaş ve ekonomi ile birlikte gündemdeki bir diğer konu doktorlar. Bu gerginliğe dair önümüzdeki günlerde görüşlerimi paylaşmak istiyorum. Madem konumuz müzik; hazır Tıp Bayramı arefesinde şarkılara, türkülere en fazla konu olmuş bu meslek grubunun ve bütün sağlık çalışanlarının gününü gene Muzaffer Sarısözen’in derlediği bir türkü eşliğinde kutlamak isterim.
İyi Pazarlar..
Serinin ilk yazısına aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz:
Sayende bende Muzaffer Sarısözen’ i öğrenmiş oldum yüreğine sağlık Elif Ablacığım
BeğenLiked by 1 kişi